Brenta_Banner.jpg

Aşağıdaki yazının ilk üçte birlik kısmı 27 Kasım 2018’de yazılmış, sonra bir yandan bu yazıyla birlikte internete koyacağımız film bitmiyor diye, bir yandan benim elim gitmiyor diye öyle kalakalmış. Değiştirmek içimden gelmedi, onun yerine affınıza sığınarak kendi yazdığım yazıya böyle minik bir önsöz yazmak istedim.

2020 yılı malumunuz korkunç başladı, eşi benzeri bulunmaz bir gerilim filmi tadında hız kesmeden devam ediyor. Bu satırları dağlarında kaybolmak için geldiğim Fransız Alpleri’nin dibinden yazıyorum size ama ne onlara ne de ülkemizin dağlarına şu andan sonra ilk kez ne zaman gönül rahatlığıyla tekrar gitmeye başlayabileceğiz gerçekten bilemiyorum. Birazdan aşağıda, dağda yeğin bir yalnızlıktan, bunun ruhu buruşundan bahsedeceğim. Şu an bu şehirde, orada yaşadıklarımın çok benzerini, tüm dünyadaki insanların neredeyse yarısıyla aynı hisleri paylaşarak, yaklaşık 1 aydır yaşıyorum ve en az 1 ay daha yaşamaya devam edeceğim. O zamanlar birileri bu iki hissin birbirine bir nebze olsun benzediğini kulağıma fısıldasaydı bir şekilde biraz daha kalıp kendimi bugünlere daha fazla hazırlamaya çalışırdım herhalde.

Bu benzerlikle ilgili dediğime karşı çıkanlar olacaktır fakat izin verin açıklayayım: dağda iyi bildiğiniz, önceden tırmandığınız ya da iyi çalıştığınız bir rotaya gidiyorsanız rotadan ne kadar ürkerseniz ürkün kendinizi bir nebze kontrollü hisseder, farklı senaryolarla açılmış kafanızla olası sıkıntılarla başa çıkabileceğinizin farkında olarak bu işi yaparsınız. Fakat eğer dağda neredeyse hiç bilmediğiniz bir yerde, telefonun türlü cambazlıkla çektiği bir durumdaysanız eğer işler farklı yürür. Ne dersek diyelim Türkiye’nin dağlarında keşif amaçlı teknik rota tırmanmanın tehlikesini - hem rota yapılarından hem de kurtarma imkanlarının kısıtlılığından dolayı - yadsıyamayız. Bunu da hesaba katınca, tabii ki ortamlar ve çekinilen şeyler çok farklı olsa da tedirginliklerin bir nebze benzediği konusunda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

Birazdan anlatmaya başlayacağım faaliyet 2018 yılının Temmuz sonunda, İTÜDAK’tan bendeniz, Umut Şenliol ve Uğur Kıroğlu tarafından, Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun desteklediği “Maden Boğazı’nda Yeni Rotalar” isimli projemizin nasıl gerçekleştirildiğinin hikayesidir. Buradan bakınca eleştirilebilir birçok yönünü görmekle beraber kesinlikle iyi ki yaptığımızı da düşündüğüm bir faaliyet olduğunu söyleyebilirim aynı zamanda. Biz planlamasında da tırmanırken de keyif aldık, her ne kadar kampta pek de keyif almıyormuşuz gibi takıldığımız zamanlar olsa da umarız okuyan için de keyifli olur.

Bir saattir yazıya başlayacağım diye oturdum Innsbruck'te yapılan dünya şampiyonası yarı finallerini izliyorum(1). Altlarında koca minder, tek stresleri son 5 seferdir uğraştıkları rota çözümlemesinin aslında doğru olup olmadığı olan, yan gözle yandaki rakibi ne yaptı diye de kaçamak bakışlar atan rahat rahat insancıklar... Dağda olmanın, yalnız, yapayalnız olmanın, daha önce keçiler hariç muhtemelen hiçbir memeli tarafından dokunulmamış kayaların arasından dağların zirvelerine uzanan rotaları planlarken, hem önceki günlerin fiziksel yorgunluğu ama asıl mental birikimi üst üste de gelince işte bu yarışma görüntüleri, “cool” spor tırmanışçılar, kısa kaya tırmanışçıları geliyor aklımıza. Yine o bildik “bu ne abi, bi daha da uğramam dağa mağa spor tırmanıcam ben” kafalarının gelip gidişi...

Kulağımda şu an: “... too much, too young, too fast...” (2). Ben iyisi mi kaseti başa sarayım.

İşi biraz daha ciddiye bindirmek, planlar yapıp sonra bunları uygulamak, hedeflere ulaşmak gerek artık. Bu kadar heves, antrenman boşa olmamalı. Türkiye Dağcılık Federasyonu'nun (3) (TDF) “proje tırmanışları” ilanıyla tam bunları düşünürken karşılaşıyoruz. Başvuru yapmak gerek ama ne için, nasıl? Aylar öncesi bir kış günü, Umut'la ve Uğur’la bizim evdeyiz. Başvurunun son günü, formlar harıl harıl dolduruluyor. Oraya ne yazarız, burada neyi tırmanırız?.. Onca plan içinden Maden Bölgesi'nde yeni rotalar açma fikri aklımızı daha çok çeliyor. Plan bol da yapılabilir hedefler koymak mühim.

Projemiz kabul ediliyor, bizimki dışında 7-8 tane başkası ile beraber. Herkesin ufak tefek sıkıntıları var ama hazırlık aşamasını atlamıyoruz. Spor tırmanış ve “bouldering” (4) antrenman açısından en çok sevdiğimiz yöntemler. Uzun süre dağ ortamında kalmayı da gerektiren bir plan yaptığımız için dayanıklılık antrenmanları da önemli. Kişisel fikrim, en önemlisinin üzerine hazırlık aşamasında hiç düşemediğimiz mental antrenmanlar olduğu. Nasıl yapılır edilir, o da başka bir yazının konusu olsun fakat özellikle hakkında görece az şey bildiğin bir yere, uzun süreli kalmak üzere gidiyorsan, dış dünyayla iletişimin minimalse ve bir de üstüne Aladağlar gibi teknik tırmanış gerektiren, karasallığın ortasında bulunması sebebiyle kendine özgü bir çürüklüğü ihtiva eden bir bölgede tırmanış planlıyorsan her şeyden önemlisi mental kuvvet.

İlk defa bize sunulan bir fon ile tırmanış planlıyoruz kendi boş ceplerimizin aksine. Bizim için bu da çok yeni. Neyse ki çok da fazla değil planladığımız bütçe, yoldu falandı aradan çıkınca harcayabileceğimiz meblağ iyice küçülüyor da çok saçmalayamıyoruz. Haruki Murakami'nin de dediği gibi, “Zengin olarak yaşamak öğrenilmesi gereken bir olgudur.” (5)

Son birkaç haftamız hastalık da içeren birtakım ciddi sıkıntılarla geçiyor. Planlı da çalışıyoruz ama yola koyulması zor oluyor gerçekten. Son hesaplamalar, Salim Abi'yle görüşmeler, biletler derken otobüsün ortalarında arkalı önlü yerlerimizi alıyoruz. Biraz sıcağın etkisi biraz da otobüsün konforunun (!) unutulmuş olması uykularımızı hafifletiyor. Sabah yüklü bir kahvaltı ettikten sonra aynı markette tırmanışa giden bir başka arkadaşın “Abi ben de dağa gidiyorum da siz hayırdır, savaş mı çıktı?” demesine sebep olacak kadar yüklü erzağı da toparlayıp Çamardı'ya hareket ediyoruz. Oradan da arabaya yüklenip dosdoğru Maden Boğazı.

Anlamsız hevesli ve güleç halimiz uzun sürmüyor. Önce büyük pet su almadığımızı fark ediyoruz (plastik şişesini daha sonra kullanmak üzere) fakat Pınarbaşı'ndaki yardımsever köylüler ve Salim Abi’nin oğlu Ulvi'nin sıcakkanlılığı bu sıkıntıyı hızlı çözüyor. Son dönem yağan kuvvetli yağmur yolları çok bozmuş. Sarsıla sarsıla ilerliyoruz; bir yandan potansiyel tepeleri ve rotaları keserek tabii.

Maden Bölgesi'nde yolun bittiği ve kamp atmayı planladığımız yer Karagöl. Karagöl’den, Çömçegöl tarafı hariç bölgeye bağlanan irili ufaklı tüm vadi sistemlerini ve dağ silsilelerini görebilmeniz mümkün. E tabii bir de dibinden kaynayan suyu var, o yüzden kampı buraya atmaya talibiz. Fakat Karagöl’le daha prensipte bile anlaşamıyoruz çünkü göl “küresel ısınma da neymiş yeaa” diyen sevgi kelebeklerinin beyanlarının aksine, olması gerekenden çok daha önce ve fazlaca küçülmüş. O kadar ki, içinden kaynayan su göle kendini yeniletemiyor ve bu sebeple suyunu içmek tehlikeli (daha önce benzer bir durumdan mustarip olmuş iki arkadaşla beraber olmam beni onlardan bile daha tedirgin kılıyor). Bizi araçla getiren Ulvi gitti bile. Yüklerimiz bizi daha aşağıda bir yere kamp atmak için çok düşündürürken bir yandan, geri dönmeyi de bir en kötü durum senaryosu olarak düşünmeye başlıyoruz. Moraller yerlerde. Sonra yukarıdan gelen, dediklerini anlamakta biraz güçlük çektiğimiz küçük bir Yörük ailesi Çömçegöl’e neden çıkmadığımızı sorunca kafamızda bir umut ışığı beliriyor. Bir gidip bakıyoruz, zor da olsa aklımıza yatıyor. Sonra teknik malzemeleri yeni yapılmakta olan ama işçilerin sıcaktan bir süreliğine terk ettiği dağ evine bırakıp kampı Çömçegöl’e atıyoruz. İlk akşamüstü her gün sabah ve akşam dereye gelen koyunlarla aynı su kaynağını paylaşacağımızı öğrenince bir “acaba?..” daha geliyor ama yeterince susayınca tüm bu kafa karışıklıkları geride kalıyor. İlk gece yatarken tek düşündüğümüz kampta neredeyse hiç telefon çekmemesi ve tabii ki ertesi gün gideceğimiz ilk rota.

İlk sabah: dağda yapayalnızlığın çöküntüsü ve sıkıntısı hepimizi anlamsız bir biçimde ele geçiriyor. Kimse kılını bile kıpırdatmak istemiyor. Tüm sabah sanki sadece bunu yapmaya gelmişiz gibi taşlara gerdiğimiz tente acaba ne zaman uçacak gerginliğiyle müzik dinliyoruz, uyukluyoruz. Sonraki günlerin planı yapılıyor birazcık ama bu bile zoraki. İçinden çıkmak isteseniz de çıkamadığınız yalnızlık sanırım insana hep biraz fazla geliyor, en azından alışıncaya kadar. Ve muhtemelen daha önce başka yerlerde yazıldığı ve daha sonra kesinlikle en az bir yerde daha da yazılacağı gibi: insan her şeye alışıyor.

Öğlene doğru bütün gün böyle yapamayacağımızı anlayıp ilk rota için Kelkirtepe’ye doğru yola koyuluyoruz. Teknik malzemelere bakarken içimizde bir şüphe yok değil fakat hiç sıkıntı yok (bundan sonra da olmayacak). Sonra göründüğünden uzun çarşağını çık çık bitiremediğimiz, önceki gün de kesmiş olduğumuz “Bülent Amca” rotasına ben başlıyorum: Vira bismillah! Rota yatık, ilk gün için rahat, yeterince uzun ve keyifli gidiyor. Tepesi de Davlumbaz ve uzaklarda Hacettepe ile birleşen büyükçe bir plato. İnişte ip inişi yapmayalım diye kasıp son kısımda buzdan kayarken biraz yusufluyor bazılarımız ama işte, bitiyor bile, sevgi dolu kampımıza geri dönüyoruz; buradan ayrılana dek neredeyse her gün bizimle olacak konserve barbunyanın bağrına.

Aslında ilk baştaki mükemmel planımız iki gün birer rota çıkıp üçüncü gün mola verip bunu 2-3 kere yapmak. Böyle yapabilirsek tahmin ettiğimiz rotaları 9 günde yapıp 10. gün dönebiliriz kaba bir tahminle. Sonradan, iki kez bir günde ikişer rota tırmandığımız için bu süre kısalıyor tabii.

İkinci gün de durum benzer… Düzenli dağa gitmeyen, uzun süre dağda kalmaya uzak bünyeye bu kadarı fazla geliyor herhalde. Yine kasvet, yine Çömçegöl’de çimerek başlayan gün, bu sefer filmi sanki önceki gün izlemiş de sonrasında ne olacağını biliyormuşuz gibi öğlene doğru ortak bir hareketlenmeyle hızlanıyor. Karakule’yi ziyaret ediyoruz ilk defa. Buradan döndükten çok kısa süre sonra ben “bir koşu” askere gidip geleceğim, benden sonra da Umut ile Uğur gidecekler sırayla. Bu sohbet o gün fazlasıyla kafamızı yorduğundan herhalde, bu rotanın adı daha rotaya girmeden belli: Bedelli. Aynı dağdaki bir başka rota pek öyle çıkmayacak ama bu yine yatık, görece sağlam bir hat, karşıdan bakıldığında da çok net bir biçimde seçilebilen. İnerken bitmeyen çarşağımsı inişi bir nebze tedirgin etse de keyifle bitiyor gün. İstikamet yine kamp, aynı yemekler, benim için Martin Eden’ın, diğerleri içinse Tolkien’in kayıp diyarlarının masalsı dünyaları ki aynı Tolkien kanımıza fena girmiş olacak ki, sonraki günlerde çıkacağımız iki rotanın isimlerini fısıldayacak kulaklarımıza.

Kalkıyoruz ertesi sabah. Kalkmalar, çıkmalar biraz daha zor artık ama en azından sabah yatılmıyor, yata yata bitmeyecek çünkü, belli. Konuşmalar azalmış, her gün teptiğimiz iki göl arası yol ortaokuldan eve gelirken ki yol gibi, yol üzerindeki taşlarını bile bildiğimiz bir yol haline gelmiş. Giderken hızla geçen, dönerken de sakız gibi uzayan bir patika. Yine farklı bir dağa gidiyoruz, son kez: Madenbaşı-1. Bizden önce tecrübeli başka ekipler tarafından da ziyaret edilmiş (6), karşıdan masif duran, sonunda Maltepe olan bu küçük vadi kolunun bizce en güzel ve verimli dağının batı yüzündeyiz önce. Rotaya girmeden, bu yazıyla beraber izleyebileceğiniz videonun malum kısmını çok eğlenerek çekiyoruz (sesler birebir orijinaldir). Öyle sarp yerlerde o kadar fazla minik keçi bokları görüyoruz ki rota üzerinde, bu keçilerin Gandalf’ın atı Gölgeyele kadar mağrur ve cesur olduğunu düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Bizi biraz anırtan bir ip boyu girişi dışında tırmanmaktan en keyif aldığımız rotalardan biri oluyor bu hat tüm faaliyette. Zirveye vardığımızda saat erken, enerjimiz yerinde. “Hadi artık, aşağıya geldik lan nerede bu iniş perlonu?” derken perlon gözümüze ilişiyor ve 3 gün içinde 4 kere kullanacağımız perlona ilk defa emanet ediyoruz kendimizi. Sonra “e, hazır gelmişken” deyip, Mustafa Yeşildal’ın “babasının süsü” olduğunu düşündüğü minik kızına “anasının kuzusu”dur da aynı zamanda herhalde deyip, göğsüme yediğim yumruktan biraz küçük bir taşın aylar sürecek minik kaburga sızısını hatıra alarak bir rotayı daha aynı dağın doğu yüzünde çıkıp, yine sessiz kampımıza dönüyoruz. Dönüş yolunda kuzeydoğuya doğru ötelerde Tekekale gözümüze çok masif, harika rotalar çıkarabilir gibi bir izlenim veriyor ama çok uzağız ve bunu ciddi ciddi düşüneceğimiz zaman da çok yorgun ve dönmek istiyor olacağız.

Bir sonraki gün için plan büyük aslında. Tüm faaliyetin en sert rotası çıkılacak. Aylardır birazcık buna hazırlanılmış, acabalarla, belkilerle başlayan cümleler hep bu seviyelerdeki rotalar için kurulmuş aslında. Fakat benim aklım dağdaki bu yalnızlığa ve tedirginliğe daha fazla dayanamıyor ve bu rotada olmayı o an istemediğimi söylüyorum. Anlayışla karşılanıyorum, Umut’la Uğur böyle zorluklarla ikisi uğraşmaya alışkınlar ne de olsa.

Sabah yola çıkılıyor. Ben Karagöl’ün orada bir çobanla bir hafta hasret olduğum/olacağım bir kahvaltı ediyorum, kaçak çayının tadına bakıyorum. Karakule tam karşımızda heyula gibi yükseliyor. Rotaya girmesem de sonradan isim babası ben oluyorum: Ayda Sevişenler (7). Çok büyük bir bloğun taşlara çarpma sesi çobanı da beni de bir nebze tedirgin ediyor: sesimin ulaşmayacak olmasını bilmeme rağmen birkaç kez seslenmeme sebebiyet verecek kadar. Sonunda, bir hayli sert yeni bir rotayı ilk kez çıkmanın mağrurluğuyla, sağ sağlim dönüyorlar. Ben de boulderlarını tükettiğim koca kayalara teşekkür ediyorum ve kulağımızda malum albümün şarkıları, oradan ayrılıyoruz (8).

Daha fazla kalmak hepimize aynı anda anlamsız gelmeye başlıyor birden. Yine Madenbaşı-1’in doğu ve batı yüzlerinde önceden kestiğimiz iki hat daha var. Sonrası için de biraz daha bakacak, belki minik bir ara verip devam edecek ya da Tekekale’ye ilerleyecektik hesapta ama bir şekilde devam edesimiz yok işte. Herkes o kadar aynı şeyi düşünüyor ki tartışmaya bile açmıyoruz devamını neredeyse. Bir gün daha tırmanıp ertesi gün dönüş yolundayız. Ulvi’ye ve şehirdekilere haber veriyor, dönüşümüzü planlamaya başlıyoruz.

Son hatların iyi çıkması için karmalarımıza güvenip hevesli bir biçimde çıkıyoruz kamptan bir sonraki sabah. Hızla yine Madenbaşı-1’in batısına gelip, önceki günlerde iyice belirlemiş olmamızın da rahatlığıyla, bir öncekiyle aynı ilk ip boyuyla cumburlop rotaya dalıyoruz. Son ip boyunun güzelliği ve tatlı/sertliği, bir sonraki rota olmasa, bizi geri dönmemeye ikna edecek denli güzel. Tepede yağmuru yiyince sonraki rota için bir “acaba?..” geliyor. Teknik malzemeden uzakta yapıyoruz atıştırmalıkları çünkü kafaya yıldırımı yersek bizi buradan indirmeleri biraz güç olabilir. Neyse ki yağmur hafif serpiştirmekle yetiniyor ve dağın diğer yanından ancak “meczup”ların tekrar etmesi gereken son bir hattı -biraz pişman– tırmanıp son kez ip inişiyle aşağıyı buluyoruz. Arkamızda Tekekale’nin silueti, havada yörüklerin sesleri, kocaman kayaların altından, üstünden, arasında hobbitler gibi kampa doğru son kez süzülüyoruz. Herkes kendi aleminde. Kafamızda son değerlendirmelerimiz, dönüyor olduğumuza hafif üzgün, hafif yavaş, sanki bitmesin der gibi, kampa geliyoruz.

Kısa bir değerlendirmenin ve ertesi gün yenmesi muhtemelen kebapların sohbeti, yemiş kadar ağırlık yapıyor herhalde ki, artık bize kuş tüyü yatak gelen yerlerimizde son gün yorgunluğuyla güzel bir uyku çekiyoruz ortalığı biraz topladıktan sonra. Önceki günün sonunda aşağıdaki malzemelere zaten bir çeki düzen verdiğimiz için sabah tek seferde çadırları toplayıp, her şeyi sırtlanıp aşağıya iniyoruz. Ulvi de erkenden geliyor, hızlıca aşağıya devam ediyoruz. Aşağıda erken inmenin getirdiği birtakım plan değişiklikleri ve bilet ayarlamaları Salim Abi’nin evinde planlanırken kararıp çirkinleşmiş yüzler biraz daha gülüyor ama bu halet-i ruhiye “biraz daha kalsa mıydık ki ya hu...” soru işaretlerini herkesin kendi başına yaşamasına engel değil.

Şehre tahmin edilenden erken iniş, günü geçirmek için sağda solda gazoz içmekten Niğde’nin tek dişi kalmış sahafını gezmeye kadar çeşitli aktivitelere imkan veriyor. Önce az dozda insan alıyoruz Niğde’de ki, bu kadar günlük yalnızlıktan sonra İstanbul’da “overdoze” olup insandan zehirlenmeyelim.

Çeşitli kilolar verilmiş, bir hedef gerçekleştirilmiş, birtakım rotalar açılmış, fena tırmanılmamış ama meşum otobüste kafalar arkaya doğru yaslandığında yine aynı eskilerden gelen bir soru dönüp duruyor beynin kıvrımlarında: dağlar biz insanlara biraz gereksiz bir lütuf mu acaba?

Bu tırmanışın gerçekleşmesinde emekleri yadsınamaz İTÜDAK’a ve bizi yetiştirenlere, TDF’ye, Kartal Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü’ne, Boulderhane’ye, Salim ve Ulvi Üçer’e, kendisini hiçbir rotanın bir yerinde hazine olmadığına bir türlü inandıramadığımız çoban abimize, arada küfür edip etmediklerini pek çıkaramamış olsak da Çömçegöl’de kamp fikrini aklımıza ilk sokan, kadim halklardan olan Yörükler’e, barbunya konservelerine, zirve jelibonlarına, Martin Eden’a ve Tolkien’e ve daha da aklımıza gelmeyen herkese, her şeye teşekkürü borç biliriz.

Rotaların topoları ve ayrıntılı teknik anlatımları şu linkte:

https://www.tdf.gov.tr/16297/2018-proje-bazli-tirmanislar-maden-bogazi-yeni-rotalar/

Faaliyetin kah güldürüp kah düşündüren, Erşan Kuneri’den çok şey öğrenmiş ünlü yönetmen Umut Şenliol’un elinden çıkma filmi de şurada:

Rotalar:

Kelkir Tepesi Doğu Yüzü

Bülent Amca Rotası - III,IV 300m – 23.07.2018

Madenbaşı 1 Tepesi Doğu Yüzü

Anasının Kuzusu Rotası - III,IV- 140m - 25.07.2018

Meczup Rotası - III,IV+ 200m - 27.07.2018

Madenbaşı 1 Tepesi

Batı Yüzü Gölgeyele Rotası - III,V+ 300m - 25.07.2018

Meşekalkan Rotası - III+,VI- 300m - 27.07.2018

Karakule Doğu Yüzü Bedelli Rotası - III, IV 160m - 24.07.2018

Karakule Kuzey/Kuzeybatı Yüzü

Ayda Sevişenler Rotası - VII+ A1 - 150m - 26.07.2018

Ceyhun Andaç

İletişim:

neskafebardagi[et]gmail[nokta]com

 

 

1) Bu yarı-final elemesinin görüntülerini burada bulabilirsiniz: https://youtu.be/fgC4kKmyAEo

2) Airborne'un “Too Much, Too Young, Too Fast” isimli şarkısının adını barındıran nakarat kısmı.

3) Türkiye Dağcılık Federasyonu'nun resmi sitesi: https://www.tdf.gov.tr/

4) Bu tırmanış disiplinine dair ülkemizin önemli bouldercılarından Uğur Yılmaz’ın önceden kaleme almış olduğu yazı için  bknz: http://tirmanis.org/bouldering/374-bouldering-kisa-kaya-degildir-kisa-bouldering-tarihi-perspektifiyle

5) Murakami yaşadığımız dönemin en önemli ve eline kuvvetli Japon romancılarından biri. Aynı zamanda da bir maraton koşucusu kendisi. Otobiyografik öğelerle bezenmiş “What I talk about, when I talk about running” isimli kitabında (Türkçe çeviri ismini bilerek kullanmadım, İngilizce'siyle kıyaslayınca çok anlamsız duruyor, fakat çevirisi var, isteyen bakabilir) ilk roman yazmaya başladığı ve bundan ilk ciddi kazancını elde etmeye başladığı döneme dair kısımlarında buna benzer bir cümle kuruyor.

6) Aynı bölgede önceden açılmış başka rotalar için bknz: www.tuncfindik.com Bizden önce benzer bir çıkartma operasyonuyla açılmış birtakım rotalar için bknz: http://tirmanis.org/alpinizm/uzun-duvar/222-aladaglar-maden-bogazinda-yeni-rotaalr

7) Kurgusal karakter Erşan Kuneri’nin yine bir kurgusal senarist olan (Bob Marley) Faruk’a ismini verdiği fakat kaçak sigara bulundurmaktan ne yazık ki çekilemeyen Türkiye’nin ilk (!) bilimkurgu filmi olmayı ucundan kaçırmış film.

8) Teşekkür Ettim ve Yanından Ayrıldım – Feyyaz Yiğit, 2017.