Başlarken
“(…) içimizde neler olup bittiğini öğrenmek için ruhumuzun röntgenini çekemezler.”
(Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı, çev. Elif Demir)
Usta kalem Alan Sillitoe, tek başına antrenman yaparken hayatı ve sınıf mücadelesi üzerine düşünen ve bu yolla otoriteye karşı bireysel isyanını ortaya koyan, İngiliz işçi sınıfından bir gencin ruh dünyasını anlattığı bir hikayesinde yukarıdaki cümleyi kurar. Gerçekten de ilk bakışta aynı işi aynı tutku ile yapan, bu sebeple de zihinleri aynı şekilde çalışıyormuş gibi görünen insanların içinde kopan fırtınalar bambaşkadır, öngörülemez.
Defalarca birlikte dağlara gitmiş, birbirini iyi tanıyan üç yakın arkadaşın yine bir zirve faaliyeti yaptığını ve bir kriz anında faaliyetleriyle ilgili bir karar almak zorunda kaldıklarını hayal edin. İçlerinden en hırslısı, muhtemelen, devam etmekten yana olacaktır. En temkinlisi ise, yine muhtemelen, “dağ orada duruyor, tekrar geliriz” diyerek geri dönme fikrine sığınacaktır. Peki, aynı tutku ve beklenti ile başlanan bir faaliyetin kriz anında farklı tutumlar sergilenmesine sebep olan şey nedir? Elbette bu soruyu çeşitli bilim dalları kendi yöntemlerine göre açıklayabilirler. Nitekim burada gayem bu sorunun nihai ve tartışılmaz cevabını bulmak da değil. Bu soruya yanıt bulma imkânımız olan bir alana dikkat çekmek: Spor Felsefesi
Bu alanda Türkçe yazındaki en özgün çalışmaları yapan Atilla Erdemli’nin (2021: 31-32) tanımına göre spor felsefesi: “sporun ‘Spor’ kavramında dile gelen anlamını, özünü açıklamayı amaçlayan felsefedir. (…) Spor felsefesi ne sporun var olan değişik bilimsel çalışmalarda ortaya koyulmuş görünümlerini bir araya getirip, derli toplu sunmaya çalışan, ne de zaten var olan anlamını ortaya çıkartan bir bilgi çabasıdır. Spor felsefesi, sporla ilgili bütün bilgi verilerinden hareketle sporun anlamını yeni bakış açısıyla yorumlayan, yeni ufuklar veren ve böylece sporu yeni baştan anlamlandıran bir bilgi üretme yoludur. (…) Spor felsefesi, spor olgusunu düşüncede yeni baştan yaratma işidir.” Böylelikle spor felsefesinin en temel işlevi de Afacan’ın (2019: 84) ifadesiyle: “sporda yerleşmiş kalıp ve kurallar üzerinde düşünmek, sorgulamak, analiz etmek, tartışmak ve yeni bakış açıları ortaya koymak” olacaktır. Elbette bu tanıma çeşitli eleştiriler getirmek ya da başka tanımlamalar yapmak mümkündür. Ancak bu yönde bir tartışmaya girerek bu yazının amacını aşmayacağım. Üstteki tanımı takip ederek, spor felsefesini sporu eleştirel yaklaşımla ele alan ve bu yolla yeni bilgi üreten etkinliklerin bütünü olarak kabul ediyor ve işlevine uygun olarak yeni bir bakış açısı ortaya koymak istiyorum.
Aldığımız eğitimler ve yaptığımız onlarca faaliyetten sonra, yıllardır dağcılığı bir illüzyon olarak tanımlarım: “Ağır bir disiplin altında yapılmasına rağmen hissettirdiği özgürlük duygusuna şaşırdığınız büyük bir illüzyon.” Hem bir dağ sevdalısı hem de bir siyaset bilimci olarak dağlara gittiğim ilk günden beri bu sporun felsefi ve politik yapısı dikkatimi çekmiştir. Düşünce tarihçisi olma yolunda da fark ettim ki, felsefenin temel tartışma konularından biri de zaten buymuş: Özgürlük ve Zorunluluk Problemi. Yani kabaca, insanın eylemlerinin özgür iradeyle mi, yoksa zorunlu bir nedensellik zinciriyle mi belirlendiği sorusu. Uzun zamandır da bu problemi dağcılık üzerinden düşünüyorum. Bu yazı ile de ilgilenenleri beraber düşünmeye davet ediyorum.
Burada ne filozoflar/ekoller ne de felsefi terimlerle okuyucuyu sıkmaya niyetim yok. Dağcılık ve siyaset ilişkisine dair pek çok bilimsel çalışma da internet erişiminde ve basılı olarak zaten mevcut. Örneğin, bilhassa yakın yıllarda, siyasi tarihi dağcılık üzerinden okuyan çok kıymetli kitaplar yayımlandı. Spor felsefesi ve spor sosyolojisine dair de hatırı sayılır bir külliyat mevcut. Sadece şunu belirtmem gerek; spor felsefesini politik düşünce ile ele almak amacıyla okumalar yaparken dağcılık/tırmanış felsefesine dair çok az şey yazıldığını fark ettim. Öyle ki, bu felsefeye dağcılık mı tırmanış mı demek gerekir ona bile gönül rahatlığı ile karar vermek zor. Yani isimlendirme konusunda bile henüz bir mutabakata varmış değiliz.
Spor, felsefe ve siyaset arasındaki ilişki çoğunlukla futbol, basketbol veya beyzbol gibi daha popüler sporlar üzerinden ve olimpiyat organizasyonlarının uluslararası siyaset ile ilişkisi, sömürgecilik veya milliyetçilik çalışmaları odağında, yakın dönem çalışmalarında da kadın sporcuların başarıları ya da öyküleri üzerinden toplumsal cinsiyet çalışmaları merceğinde ele alınıyor. Dağcılıkla ilgili olarak da genellikle duayen dağcıların hayatlarına dair yazılan veya sporcuların kaleme aldıkları kitaplardan, anılardan veya verdikleri röportajlardan yola çıkarak felsefelerine dair bazı çıkarımlar yapabiliyoruz. Elbette bu da bir düşünce üretme biçimi, ancak bu konuya dair sistemli bir felsefe metnine henüz rastlamadım.[1]
Spor felsefesi üzerine okurken, Lunt ve Dyreson’ın (2014: 17-18) Antik Yunan’da spora ve bedene ilişkin üç kavrama dikkat çektiğini gördüm: Agon, Athlon ve Arete. Bu kavramlar herhangi bir sporun özelinde ele alınmasa da benim dağlara en özel yeri ayırmış olan zihnim ve kalbim hemen bu kavramların dağcılıkla nasıl ilişkilendirilebileceğinin peşine düştü.[2] Nitekim, aşağıda okuyacağınız üç sporcu türü de dağcılık yapan herkesin akıllarında dağda karşılaştıkları kimi gerçek kişilere karşılık gelecektir. Ayrıca, okuyucunun şapkasını önüne koyma imkânı sunacağına da inanıyorum. Agon, Athlon ve Arete sözcüklerinin işaret ettiği özelliklere dağcılık örneği ile bakılırsa, yaklaşık yirmi beş asırdır insan türünün bazı yönlerden hiç değişmediği görülebilir, değişmediğine şaşırılabilir veya öyle olmadığı tartışılabilir.
“Arete” (ἀρετή) sözcüğü genellikle mükemmellik, erdem veya kişinin tam potansiyeline göre yaşaması anlamlarında kullanılan, Antik Yunan düşüncesinin zengin ve çok yönlü bir kavramıdır. Arete, özünde her türlü mükemmelliği ifade eder. Ahlaki erdemle sınırlı olmayıp, kişinin her ne yaparsa yapsın en üst düzey etkinliği veya beceriyi göstermesini ifade eder. Eski Yunanlılar her şeyin kendine özgü bir arete’si (erdemi) olduğuna inanır. Örneğin, bir bıçağın erdemi iyi kesmek veya bir atın erdemi hızlı koşmaktır. İnsanlar için arete, kişinin potansiyelini tam olarak gerçekleştirmesi; kişinin fiziksel, entelektüel, ahlaki ve sosyal kapasitelerini geliştirerek, insani işlevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmesi demektir. Arete ile yaşamak, hayatın her alanında kişinin kendisinin en iyi versiyonu olmak için çabalaması anlamına gelir. Homeros’un destanlarında, arete genellikle kahramanların ve soyluların yiğitliği, gücü ve cesareti ile ilişkilendirilir. Örneğin, Akhilleus en güçlü savaşçı olarak, Odysseus kurnazlığı ve stratejik düşüncesiyle veya Penelope sadakati ve ev halkını ustalıkla yönetmesiyle arete sahibidir. Platon, arete’yi ahlaki mükemmellikle ilişkilendirirken Aristoteles için arete, sadece bir potansiyel değil, sürekli geliştirilmesi gereken bir şeydir. Stoacı filozoflarsa arete’yi iyi, mutlu ve tatmin edici bir yaşam sürmenin tek anahtarı olarak görürler.
Bu kavramlardan yola çıkarak, spor felsefesi bağlamında, rekabeti temel amacı kabul eden bir sporcu için agonistik sporcu tanımlaması yapılabilir. Bu tip sporcu, tüm performansını rakip olarak gördüğü kişiyi yenmeye, geçmeye, ondan daha iyi olduğunu göstermeye odaklar. Takım sporlarında bu genellikle takımın kimliğini oluştururken rekabete girdiği “ezeli rakibi” iken, bireysel sporlarda çoğunlukla kişinin onu geçmeye en yakın gördüğü rakibi ya da geçmeye çalıştığı bir süre, mesafe veya benzeri bir olgu olarak karşımıza çıkar. Yarışma sonucunda kazanacağı maddi ve/veya manevi ödüle (yani Athlon’a) odaklanan sporcuya da bu bağlamda atlet sporcu diyebiliriz. Olimpik hazırlığa ve/veya resmi müsabakalara yönelik çalışan, buradaki başarısının getireceği ödüle odaklanan sporcular atlet sporcudur. Maddi bir kazancın dışında şan, onur veya mevki gibi manevi bir ödülü hedefleyen sporcular da yine atlet sporcu olacaktır. Yaşamlarının her alanında mükemmellik için çaba gösteren, kendi potansiyelini geliştirmeye odaklanan ve hem kendisi hem de toplumu için iyi yaşanmış bir hayatı hedefleyen, “arete” sahibi sporcu için de erdem sözcüğünün Latince karşılığı olan virtué sözcüğünden türemiş, virtüöz sporcu[3] tanımlaması kullanılabilir. Antik Yunan düşüncesinden ilham alarak, dağcıları da yaptıkları spora yönelik yaklaşımlarındaki temel farklılıklara dayanarak bu üç kategoride ve birkaç tarihsel örnek ışığında inceleyebiliriz.
Agonistik, Atlet, Virtüöz: Üç Dağcı Türü
1920’lerin başında Britanya İmparatorluğu, fethedilecek “üçüncü kutup” olarak, gözünü Everest Dağı’na dikti. Britanya Everest Dağı Seferleri’ne (British Mount Everest Expeditions) katılmış İngiliz dağcı George Herbert Leigh-Mallory ve İngiliz-Avustralyalı kimyager ve dağcı George Ingle Finch arasındaki fikri rekabet agonistik tutuma verilecek iyi bir örnek olabilir. Cambridge’de eğitim görmüş bir İngiliz beyefendisi olan Mallory, bir gazetecinin Everest’e neden tırmanmak istediği sorusuna “Çünkü orada” (“Because it’s there”) diye cevap vermesiyle ünlü oldu. İnsanın sadece kendi becerileri ve sınırları ile tırmanış yapması gerektiğine olan inancı ve tavrı ile ülkesindekiler için İngiliz cesareti ve fedakarlığının epik bir sembolü haline geldi. Avustralya doğumlu ve Avrupa’da eğitim görmüş bir kimyager olan Finch ise alışılmadık bir şekilde yüksek irtifa teknolojisinin parlak bir öncüsüydü. Şişme montlardan yüksek irtifada kullanılacak oksijen tüpü tasarımlarına kadar, kendisine önemli başarılar da kazandıracak yeni bir dağcılık anlayışını benimsemişti. Finch’in özellikle oksijen kullanımının faydalarını savunan daha yenilikçi yaklaşımı ile Mallory’nin geleneksel yaklaşımı arasındaki fikri rekabet agonistik sporculuğun bariz bir örneği idi. Agonistik sporculuğu farklı tutumlar için konuşabildiğimiz gibi bunu bazen de aynı ekip içerisinde ortaya çıkan anlaşmazlıklarda görebiliriz. 1954 yılında tırmanılan, K2’nin ilk zirve faaliyeti sırasında, özellikle ekip lideri Lino Lacedelli ve Achille Compagnoni ile geri dönmek zorunda kalan genç dağcı Walter Bonatti arasında sıklıkla dile getirilen gerilimler buna iyi bir örnektir. Bonatti’nin oksijen tüplerini yüksek irtifada bırakmasıyla ilgili iddialar, Bonatti’nin de zirve ekibinin kendisini bilinçli olarak zor durumda bıraktığına yönelik iddialar, özellikle Bonatti’nin katkısının başlangıçta yeterince takdir edilmemesi ve zirve sonrasında yaşanan tüm tartışmalar… Bu tırmanış, dağcılık sporunun hem etik boyutu ile ilgili uzun süren tartışmaları başlattı hem de tırmanış sonrası zaferin kime ait olduğu ve ekip üyeleri arasındaki tanınma dağılımının nasıl olacağı ile ilgili tartışmaları açtı.
Daha yakın dönemde, “İsviçre Makinesi” lakaplı Ueli Steck ve bir diğer İsviçreli dağcı Dani Arnold arasındaki hız tırmanışı rekabeti, modern dağcılığın en heyecan verici ve tehlikeli mücadelelerinden biri oldu. İki dağcı da Eiger Kuzey Yüzü, Matterhorn ve Grandes Jorasses gibi ikonik dağlarda hız rekorları kırmak için yarıştı. Agonistik tutumun bazen bir kişiye, bazen de bir süre ya da mesafe gibi bir olguya karşı takınılabileceğini yukarıda belirtmiştim; Steck-Arnold rekabetinde ikisi de vardı. Ueli Steck, 2007 yılında Eiger’in klasik Heckmair rotasını 3 saat 54 dakikada tırmanarak bir hız rekoru kırdı. Ertesi yıl bu süreyi 2 saat 47 dakika 33 saniyeye indirdi. Dani Arnold, 2011 yılında 2 saat 28 dakika ile Steck’in rekorunu kırarak dağcılık sahnesine bomba gibi düştü. Steck, Arnold’un başarısını bir meydan okuma olarak gördü ve rekoru yeniden ele geçirmeye odaklandı. 2015 yılında, mükemmel dış koşulları ve rotaya olan hakimiyetini kullanarak, 2 saat 22 dakika 50 saniye ile Eiger’in Kuzey Yüzü’nde bir kez daha hız rekoru kırdı. Böylece, Arnold’un rekorunu 6 dakikalık bir farkla geri almış oldu. Steck, 2009’da Matterhorn Kuzey Yüzü’ne solo tırmanarak 1 saat 56 dakikalık bir rekor kırmıştı. 2011’de Eiger rekorunu kıran Dani Arnold, 2015 yılında da Matterhorn’da Steck’in rekoruna meydan okudu ve zirveye 1 saat 46 dakikada ulaşarak Steck’i tam 10 dakika geride bıraktı. Bu tırmanışla Arnold, o an için hem Eiger hem de Matterhorn rekorlarını elinde tutan tek dağcı oldu ve dağcılık dünyasındaki yerini sağlamlaştırdı. Steck, Grandes Jorasses’in ikonik Cassin Rotası’nı 2008 yılında 2 saat 21 dakikada tırmanarak hız rekorunu kırmıştı. Steck’in 2017’deki ölümünden sonra, dağcılık camiasında bu rekorun ne olacağı merak ediliyordu. Arnold, yıllarca süren hazırlık ve uygun hava koşullarını bekleme çabalarının ardından, 2018’de rotayı 2 saat 4 dakikada tamamlayarak Steck’in rekorunu 17 dakika ile geçti. Steck’in 2017 yılında Nuptse’de geçirdiği bir kaza sonucu hayatını kaybetmesiyle iki efsanevi dağcı arasındaki rekabet sona erse de dağcılık dünyasındaki etkileri canlılığını hâlâ koruyor.
Agonistik tutum sadece sporcular için değil, devletler için de söz konusu olabilir. Dağcılığın “altın çağı” olarak adlandırılan 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl ortalarına kadar uzanan dönemde, Everest, K2, Annapurna gibi büyük zirvelerin ilk tırmanışları ülkeler için büyük bir ulusal gurur meselesiydi. Bu sebeple hükümetler, bilimsel dernekler ve/veya kulüpler doğrudan para ödülü koymaktan ziyade, tırmanışları ulusal bir başarı olarak görüp ekspedisyonlara finansal ve lojistik destek sağlayarak, başarılı tırmanışçıları ise nişanlar ve unvanlarla onurlandırarak teşvik ettiler. Yukarıda athlon’u atletik oyunların, müzik yarışmalarının veya diğer agon biçimlerinin galiplerine verilen somut ödüller olarak tanımlamıştım; bu tanımdaki athlon ve agon ilişkisine tekrar dikkat çekerek, devletlerin agonistik tutumunun ortaya çıkardığı atlet sporculara değinebiliriz.
Örneğin Britanya hükümeti ve Kraliyet Coğrafya Derneği (Royal Geographical Society, RGS), 1920’lerdeki Everest’i fethetme yarışında açıkça destekleyici ve yönlendirici olmuş; tırmanışlar neredeyse yarı-resmi devlet görevi gibi finanse edilmişti. Aynı şekilde, Britanya hükümeti ve RGS, 1953 yılındaki Everest Ekspedisyonu’nu da yoğun bir destek sağlamıştı. Bu ekspedisyonda zirveye ulaşan Edmund Hillary ve Tenzing Norgay’a doğrudan para ödülü verilmese de Hillary’e şövalyelik, Norgay’a da George Madalyası gibi nişanlar verildi. Bu, tırmanışın ulusal bir başarı olarak tanınmasını ifade ediyor ve verilen ödül, Hillary ve Norgay’ı atlet sporcu yapıyordu.
Bir başka örnekte, Maurice André Raymond Herzog liderliğindeki Fransız ekibinin 1950 yılında başardığı Annapurna I zirvesi, Fransa tarafından ulusal bir başarı olarak kabul edildi. Tırmanış, doğrudan Fransız Alpleri Kulübü (Club Alpin Français, CAF) ve hükümet iş birliği ile gerçekleşmişti. Herzog, bu başarıdan sonra kültürel bir kahraman haline geldi; Coğrafya Derneği (Société de Géographie) Herzog’u altın madalya ile ödüllendirildi, devlet nişanları aldı, hatta daha sonra spor bakanı bile oldu. Yayımladığı “Annapurna” kitabı tüm dünyada sattı ve tırmanış sonrası hükümetten büyük destek gördü. Başka bir örnek ise Sovyetler Birliği idi. Orta Asya’daki Tien Shan ve Pamir dağlarını tırmanma görevlerini sık sık “bilimsel keşif” adı altında yapıyorlardı ama aslında dağcılığı sosyalist ideolojinin parlatılması ve ulusal prestij meselesi olarak kullanıyordu. Dağcılara çeşitli unvanlar, devlet fonları ve istihdam sağlanıyordu. Tırmanış başarıları gazetelerde yer alıyor, özellikle kadın dağcıların başarıları ideolojik olarak yüceltiliyordu.
Özetle, dağcılığın altın çağında milli kahramanlık statüsü, resmi nişanlar ve madalyalar, keşif ve seyahat fonları, bilimsel/edebi yayınlar yoluyla elde edilen ekonomik kazanç, siyasi mevki ve şöhret şeklinde oldukça güçlü ve teşvik edici bir “athlon” yapısı vardı. Ancak günümüzde durum biraz farklılaştı. Özellikle sponsorlukların ve ticari etkinliklerin artmasıyla bazı tırmanışçılar için belirli hedeflere ulaşmaları durumunda ciddi maddi kazançlar söz konusu olmakta. Ayrıca, yılın en önemli ve etik tırmanışlarını onurlandırmak amacıyla 1992’den beri verilen Altın Kazma (Les Piolets d’Or) gibi uluslararası dağcılık ödülleri de sporcular için önemli bir hedef veya manevi ödül olabilmekte. Düzenli şekilde yapılan ulusal ve uluslararası yarışmalar ve tırmanışın 2020 Tokyo Olimpiyatları’ndan itibaren artık bir olimpik spor olmasının getirdiği maddi ve manevi kazanımlar da atlet sporcuların sayısını arttırmış durumda.
Bu noktada agonistik ve atlet sporcudan virtüöz sporcuya bağlantılı bir geçiş yapmak istiyorum. İtalyan dağcı Reinhold Messner ve Polonyalı dağcı Jerzy Kukuczka arasındaki 8000’likler Yarışı dağcılık tarihindeki en meşhur bireysel rekabetlerden biri olarak görülür. 1980’li yılların başında, Messner ve Kukuczka, dünyanın 8000 metreyi aşan 14 zirvesini tırmanma hedefine en yakın iki kişiydi. Messner, 1970 yılında başladığı ve 16 yılına mal olan bu projeyi 1986’da tamamlayarak dünyadaki 8000 metreyi aşan tüm zirvelere çıkan ilk kişi oldu. Ondan sadece bir yıl sonra, 1987’de bu projeyi bitiren Kukuczka ise sadece 8 yıl içinde aynı başarıyı elde etmişti ve bunu çoğu ilk kış tırmanışı olan çok daha zorlu rotalarla başarmıştı. Bu durum, iki ismin de taraftarları arasında bir çekişmeye döndü; Messner (eğer bu bir yarışsa) birinci olmuştu ama Kukuczka’nın tırmanış tarzı ile ondan daha büyük bir dağcı olduğu savunuları azımsanmayacak bir destekçiye sahipti. Burada bir uyarı yapmam gerekiyor: ikili arasında olduğu söylenen bu hararetli rekabet, onları dışarıdan değerlendirenlerin taraf tutmasından ileri gelmektedir. Bir rekabetin olduğu gerçeğini inkâr etmesem de ikili arasındaki rekabet anlatılagelen şekilde saf agonistik bir mücadele değildir.
Kukuczka, otobiyografisinde Messner’in on dördüncü 8000’liğini tamamladığını radyodan duyduğunu ve bu haber üzerine arkadaşı Artur’un “Artık acele etmemize gerek yok!” dediğini yazar (1992: 157). Acele etmemize gerek yok tepkisi, açıkça bir rekabet içerisinde olduklarının göstergesidir. Ancak yine Kukuczka, Messner ile aralarındaki “yarışın” neredeyse istemeden geliştiğini ve rakibinin çok gerisinden başladığını da belirtir. Onun için tüm 14x8000 metrelik zirveye sadece çıkmış olmak için normal rotaları tırmanmak ilgi çekici değildir; Kukuczka’nın asıl ilgilendiği, “on dört yeni rota veya ilk kış tırmanışı” ile bunu yapmaktır. O yüzden Messner’e karşı yarış, Kukuczka için bu planı gerçekleştirme fırsatının bir bahanesiydi (1992: 102). Messner de kitabında (1999, 216-217), bu “hayali mücadelenin” hiçbir zaman var olmadığını ve medyanın ikili arasındaki “8000’likler savaşı”nı ve “şiddetli rekabeti” sürekli olarak abarttığını yazar. Hatta Messner, 8000’liklerin hepsine tırmanma fikrini başlangıçta kendine sakladığını, daha sonra birkaç kişiye açtığında ise konuyu medyanın duymasıyla “yarışın kanlı bir göğüs göğüse çarpışmaya” dönüştürüldüğünü ifade eder (1999: 154-155). Özetle, Jerzy Kukuczka ve Reinhold Messner arasındaki rekabet, aslında iki ismin de tırmanış motivasyonlarının merkezinde yer almamış; ikisi de bu rekabeti hedeflerine ulaşırken motive edici bir unsur olarak görmüştür. Bu tutumları, iki ismi de virtüöz sporcuya örnek olarak vermemizin yerindeliğini kısaca göstermektedir.
1800’lerin Alp tırmanışlarında veya (yukarıdaki örneklerin çoğunda görüldüğü gibi) 1950’lerdeki Himalaya keşiflerinde elde edilen başarılar hep kolektif ya da ulusal bir anlatıya bağlanırdı. Ama 1970’lerden itibaren dağcılık, özellikle “alpin stil” (hafif, hızlı, solo) anlayışının da gelişmesiyle daha bireysel bir etkinlik haline geldi. Bu dönüşümün en güçlü sembolleri ise şüphesiz, Reinhold Messner ve Jerzy Kukuczka oldu.
Reinhold Messner’in (Peter Habeler ile) 1978’deki oksijen desteksiz ilk Everest tırmanışı ve 1980’deki yine oksijen desteği olmadan ilk solo Everest tırmanışı dağcılık tarihinde çığır açıcı başarılardı. Messner ise bu başarılardan sonra yaptığı açıklamalarda bu dağlara çıkarken ne devlete ne de kulüplere veya başkalarına bir şey kanıtlamaya çalışmadığını, bunu kendisi için yaptığını söylüyordu. Messner’in bu yaklaşımı, o döneme kadar hâkim olan büyük ulusal ekspedisyonların aksine, bireysel deneyime ve dağın kendisiyle olan ilişkiye odaklanıyordu. Böylelikle dağcılığın büyük, hantal, ulusal gurur odaklı ekspedisyonlardan, daha küçük ekiplerle, daha az ekipmanla ve daha büyük kişisel risklerle yapılan bir sanat formu haline gelmesi gerektiğini savundu. Tırmanışlarını bir ülkenin veya bir sponsorun başarısı olarak değil, kendi kişisel sınırlarını zorlama ve doğayla bir olma süreci olarak görüyordu. Dağlara “fethedilmesi gereken düşmanlar” gibi yaklaşan geleneksel anlayışa karşı çıkıyor, dağları derin bir kişisel deneyim ve dönüşüm arayışında olunan yerler olarak görüyordu. Bu nedenle, birçok konuşmasında ve kitabında, tırmanışlarını “benim için”, “içsel bir yolculuk” veya “kişisel bir meydan okuma” olarak tanımladı. Örneğin, Nanga Parbat’ın Rupal Yüzü’ne tek başına yaptığı tırmanış gibi, çoğu zaman ölmekle yaşam arasındaki ince çizgide yaptığı bu tırmanışları, dışsal bir ödül veya tanınma için değil, kendi varoluşunu hissetmek ve dağın sunduğu zorlukla yüzleşmek için yaptığını sıkça dile getirdi.
Bu yaklaşım, dağcılık dünyasında büyük bir paradigma değişimi yarattı ve birçok dağcıyı daha bireysel, minimalist ve “temiz” stillere yöneltti. Messner’in bu felsefesi, onu sadece bir tırmanıcı olarak değil, aynı zamanda dağcılık felsefesinin önemli bir düşünürü olarak da tarihe yazdırdı. Özellikle 1980 yılındaki solo Everest tırmanışı sonrası verdiği röportajlarda, bu başarının “kolektif zafer” değil, kişisel bir keşif ve özgürlük eylemi olduğunu vurguladı. Dağcılığı bir kendini aşma sanatı olarak gördü, devlet destekli büyük ekspedisyonlara ve milliyetçi anlamlar yüklenen tırmanışlara hep mesafeli durdu. Messner’in dağcılığı bir “içsel yolculuk” olarak yorumlaması, onu önceki kuşaktan radikal biçimde ayırdı. O, zirveye çıkmayı değil, nasıl çıktığını, ne hissettiğini ve insanın sınırlarını nasıl zorladığını merkeze alan bir dağcıydı. Bu sebeple, 14x8000m yarışının medya anlatısına kanarak, Messner’i agonistik sporcuymuş gibi değerlendirmek tamamıyla yanlış olacaktır. Nitekim, hem Kukuczka ile yarış hakkında yukarıda değindiğim açıklamaları hem de Kukuczka projeyi bitirdiğinde onu kutlaması, Kukuczka’nın başarısına duyduğu saygıyı gösteren önemli bir detaydır. Bu kutlama, Kukuczka’nın otobiyografisinin önsözünde de yerini alır: “Sen ikinci değilsin. Sen harikasın.” Ayrıca Messner, tüm 8000’liklere tırmanma “yarışının” dağcılık etik kurallarıyla çeliştiğini ve tehlikeye maruz kalmayı artırdığını eleştirirken (1992: 206) yine tutumunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kariyeri Sovyetler Birliği ve Polonya devletinin sınırlı destekleriyle şekillendiği için Messner kadar apolitik bir figür sayılmasa da Jerzy Kukuczka da bazı röportajlarında, bu dağlara bir yarış ya da gösteri olsun diye değil, kendi tırmanış stilini keşfetmek için çıktığını açıklıyordu. Bir diğer Polonyalı dağcı Wanda Rutkiewicz de virtüöz sporcu örneğidir. Rutkiewicz, karma ekiplerde kadınlara ayrımcılık yapıldığını düşünerek kadınların yeteneklerini erkeklerinkine eşit olarak göstermeleri gerektiğine inanıyordu. Dağcılığı bir kişisel özgürlük ve kendini aşma yolu olarak görüyordu. Erkek egemen dağcılık dünyasında yalnızca teknik becerileriyle değil, kararlılığı ve zihinsel gücüyle de öne çıktı. “Ben oraya kadın ya da Polonyalı olduğum için değil, ben olduğum için çıktım” diyerek kişisel motivasyonunu açıkça belirtiyordu. Gertrude Reinisch’in hazırladığı biyografisinde (2013: 33) yer alan şu sözleri dağcılığa bakışının özeti gibidir: “Tırmanmak dağla savaşmak değildir. Fakat hayatta kalma savaşımı verirken tehlikeli anlar da yaşanabilir. İstatistikler bize yüksek dağlara tırmanan on dağcıdan dokuzunun sağ olarak döndüğünü söylüyor. Fakat bu, dağcıları güç birliği yapmaktan alıkoymamalı. Eğer erkekler risk almaktan çekinmiyorlarsa, kadınlar neden çekinsinler ki?”
Bitirirken
Bir dağ faaliyetinde başka bir kişi/ekip ile karşılaşan bir kişinin/ekibin diğerinden önce zirveye varmak, geride kalmamak ya da sadece önde olmak, rotayı daha hızlı tamamlamak gibi tutumlarla bir anda kuru bir rekabete girdiğini görebilirsiniz. Sonucunda hiçbir kazanım olmasa da sadece güç istencine dayalı bu yarışkan tutum tam anlamıyla agonistik bir tutumdur. Bazen bir kişi, rekabet içinde olduğu bir diğerinin (bazen hasmane bir tutuma varacak boyutta) hedeflediği bir rotayı/çıkışı ondan önce yapmak amacıyla hareket edebilir. İçsel değil tamamen dışsal bir amaca dayanan bu tür faaliyetler başarılı olsun ya da olmasın, bu tarz davranan dağcılar açıkça agonistik dağcıdır. Temel kaygı bu tür bir rekabet olduğunda, dağcılığın sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda insan egosunun, prestij arayışının ve etik tartışmaların da bir yansıması olduğunu görürüz. Buna karşılık içsel bir kaynakla hedeflerini belirleyen, kendini ve dağcılık hayatını tamamlamaya, onu en iyi biçimde yaşamaya yönelik ereği olan dağcılar ise virtüöz dağcıdır. Atlet dağcıların bu sporu yaparken temel kaygısı ise yarışma sonucunda kazanacağı çeşitli ödüllerdir. Yukarıdaki çeşitli örneklerde de görüldüğü gibi dikkat edilmesi gereken birkaç hususu belirterek yazıyı sonlandırmak istiyorum.
İlk husus, her ne kadar birbirinden bağımsız tiplemelermiş gibi ortaya koysam da bunların bir aradalığının mümkün olmasıdır. Messner ve Kukuczka örneğinde olduğu gibi düşük düzeyde olsa da agonistik tutum ile daha baskın bir virtüöz tutum bir arada olabilir. Başka bir örnekle, bir atlet dağcı hazırlandığı yarışmayı, yarışmanın ötesinde başka bazı değerlere sahip görüyor ya da yarışmayı sporunun en iyi ifade biçimi olarak görüyor olabilir. Bunun gibi bir durumda atlet ve virtüöz özellikler beraber seyrediyor demektir. Tersi biçimde, virtüöz bir dağcının sporunu yaparken kazanç da elde etmesi onu doğrudan atlet dağcı haline getirmez. Çünkü dağcılık turizmi ile geçinen dostlarımın, dağlara olan tutkularında para kazanmanın merkezi bir yeri olmadığını biliyorum. Belki, dağ turizminin ödülleri olarak da sadece maddi kazanç değil, bir başkasının zirve yapmasına yardım etmenin yarattığı memnuniyet hissi, zirveye ulaştırdığı kişi sayısı ve bunun karşısında alınacak saygınlık ve tatmin duygusu da ödül olduğu kadar erdem olarak da düşünülebilir.
İkinci husus da geçişkenliklerdir. Dağcılığa agonistik tutumla, şahsi hırslarla, bir düşman kişiye karşı başlayan bir sporcunun, zamanla bu spora bakışı ve ereği değişebilir. Agonistik bir sporcu zamanla atlet ya da virtüöz sporcu olabilir. Tam tersi tertipler de muhakkak mümkündür. Bu anlamda örneğin Sherpa’ları veya Porter’ları da konumlandırmak konusunda çekincelerim var. Agonistik, atlet ve virtüöz özellikleri onlarda da bir arada görmek mümkünken, sadece profesyonel bir gelir kaynağı olarak bu işi yapıp, yaptığı işe bir spor gözüyle bakmayan ya da spora herhangi bir değer atfetmeyen kişiler de olacaktır, ki bu kişiler de saydığımız üç tip dışında kalacaktır.
Son olarak aynayı kendimize çevirmemizin de yararlı olacağını düşünüyorum. Bu sporu hangi temel amaçla, hangi motivasyon ile yaptığımızı sorgulamak, nasıl bir sporcu olduğumuzu ya da olmak istediğimizi tespit etmek spor hayatımızı anlamlandırmamıza yardım edecektir.
Bitmiş bir yazıya eklenmesi gereken bir tırmanış: K2’de İki Türk Kadını
Ben bu yazıda yer alacak örneklere en uygun olanları tarihin tozlu raflarında ararken, agonistik, atlet ve virtüöz türlerinin üçüne de dokunan bir tırmanış gözümüzün önünde hayat buldu. Kıymetli büyüğüm Burak Özdoğan’la fikirleşerek bu yazının son halini verdiğim 2025 yazında Türk dağcılık tarihi için oldukça önemli “bir tırmanış” gerçekleşti. 11 Ağustos 2025 günü dağların dağı K2’nin zirvesinde Türk bayrağı iki farklı elde fotoğraflandı. Önce Yedi Zirve’yi tamamlayan ilk Türk kadın dağcı Gülnur Tumbat, ondan 15 dakika gibi kısa bir süre sonra da ilk Türk kadın Kar Leoparı Esin Handal, K2’nin zirvesine ulaştılar.
Tumbat, kişisel Instagram hesabından “K2 zirvesinde ilk Türk kadını! HİÇBİR ŞEYİN DEĞİŞTİREMEYECEGİ TARİHİ GERÇEK!” açıklaması ile ilk zirve fotoğrafını paylaştı. Esin Handal ise 20 Ağustos’ta paylaştığı gönderisinde “2025 yasal otoritelere göre bu sene K2 ve Broad Peak’te tırmanış yapan tek Türk benim (tırmanıştan önce alınan izinler temsil ettiğiniz ülkeleri gösterir ve Türkiye kimliği ile başvuran tek kişi benim). Herkesin zirvesini kutlarım” yazdı. Böylelikle iki dağcının da gönderilerine yorum yapanlar agonistik tutuma son derece iyi bir örnek olacak hızlı bir tartışmaya ve kamplaşmaya giriştiler: K2’ye çıkan ilk Türk kadını kimdi?
Tumbat’ın ve Handal’ın ilk açıklamalarında da bunun etkisi açıkça ortadaydı. Tumbat’ın büyük harflerle yazıp ünlem işaretiyle bitirdiği, HİÇBİR ŞEYİN DEĞİŞTİREMEYECEGİ TARİHİ GERÇEK! cümlesini okuyunca ister istemez akla ilk gelen, Handal’ın tırmanış başvurusundaki usullere dikkat çektiği itirazı idi. Buna karşılık, Handal’ın zirvesini kutladığı Herkes’in büyük bir kısmını da Tumbat’ın oluşturduğu fikri düşünülmeden olmuyordu. K2’ye çıkan ilk Türk kadını olma unvanının getireceği gurur ve prestijin manevi ödülü (ki bence agonistik tutumları en çok da bu yüzdendi) ve iki ismin de sponsorlarına teşekkür eden fotoğrafları ve açıklamaları ise atlet dağcı yönlerinin birer ifadesiydi. Değerlendirmeyi burada bırakmak, tıpkı Messner-Kukuczka ilişkisini, iki dağcının da virtüöz özelliklerini görmezden gelerek, kuru bir rekabetten ibaretmiş gibi gösteren dönemin medyasının etkisi gibi son derece hatalı olacaktır.
Çünkü ben iki dağcının da agonistik ve atlet yönlerine kıyasla virtüöz sporcu yönlerinin ezici biçimde daha ağır bastığını düşünmekteyim. Yukarıdaki agonistik tartışmanın, zirve haberinin ve orada yaşananların sıcağı ile ortaya çıkmış olduğuna inanıyorum. Nitekim bu inancımın boşuna olmadığını iki dağcı da hızlıca gösterdi: Tumbat, ilk fotoğraftan yaklaşık iki hafta sonra “K2'ye çıkan ilk Türk kadını olarak, her adımda sevgi, gurur ve sevinçten başka bir şey hissetmeden...” açıklaması ile kısa bir video kolajı paylaştı. Ben bu sevgi, gurur ve sevincin içinde Handal’ın yaptığı zirvenin de önemli bir yer edindiğine inanıyorum. Handal ise (Messner’in medyanın rekabeti zorladığına yönelik eleştirisine benzer şekilde) sosyal medyadaki tartışmalardan bahisle “Millet tartışacak birçok şey bulmaya başladı” diyerek, tırmanış sürecini kısaca anlattığı 23 Ağustos tarihli yeni gönderisinde şunları söylüyordu: “Öncelikle ilklik meselesi, ben hiçbir dağda hiçbir çıkışı yarış haline getirmem, yaptığımız iş önemli bence, hala yaşıyorsam kimseyle yarışmadığım ve dönmesini bildiğim içindir. K2 her dağcı gibi benim de hayalimdi, son 2 yıldır 8000’leri denerken hep ona hazırlık olsun diye yapıyordum, sonra annemin de desteği ile, madem hayalin K2 diğer 8000’lerde para harcamayı bırak git hayalini yap cümlesinde karar kıldık. Yani bu tırmanışın başlangıcı son atımlık kurşunumu (8000’ler gerçekten pahalı) hayalime kullanmak içindi, birincilik için değil.”
Her iki sporcu da önceki başarıları, açıklamaları ve dağcılık hayatlarında zaten virtüöz niteliklerini gösteren sporcular. İkisi de o gün zirve yapmamış olsaydı da bu değişmeyecekti. Grupların ve kişilerin sıralandığı ve arka arkaya çıkış yapılan bir faaliyette hangisinin önde ya da arkada olduğunun da bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Aklıma farklı senaryolarda insanların tepkisi nasıl olurdu sorusu sıkça geliyor: Örneğin iki dağcı da aynı grup içerisinde olsaydı insanlar “ilk çıkış” unvanını kime uygun görecekti? Böyle tırmanışların değerini taraftarlar mı belirliyor? Handal öndeki grupta olsaydı Tumbat’ın pasaportu sorun edilecek miydi? Sezonda sadece bir gün yüzünü açmış olan K2 gibi katil bir dağdan arka arkaya zirve yaparak sağlıkla dönebilmiş iki büyük dağcıyı eşit şekilde kutlamanın kime zararı vardı?
Özellikle son soruya en güzel cevabı TDF’nin web sitesinden yayımladığı (ama nedense daha sonra kaldırdığı!) kutlama mesajının verdiğini de belirtmem gerekir:
“Türkiye Dağcılık Federasyonu olarak, iki değerli Türk kadın dağcımız Gülnur Tumbat ve Esin Handal’ın, dünyanın en zorlu ve en tehlikeli zirvelerinden biri olan 8.611 metre yüksekliğindeki K2 Dağı’na başardıkları zirve tırmanışını büyük bir gurur ve sevinçle kutluyoruz.”
Benim için bu kutlama, iki virtüöz sporcuya da fazlasıyla hak ettikleri tebriği en doğru şekilde verdi. Nitekim benim de yukarıda, 2025 yazında Türk dağcılık tarihi için oldukça önemli bir tırmanış gerçekleşti derken “bir tırmanış” ifadesini özellikle belirtmemin sebebi buydu. Ben, bu günler tarih olduğunda, kitaplarda “11 Ağustos 2025 günü tartışmalı bir tırmanış gerçekleşti” denileceğini hiç sanmıyorum. İki dağcının da bu sporun virtüözü olduğunu gördüğümden, “O gün K2, Türk kadınları tarafından fethedildi, o gün iki dağcı tırmanış hayatlarının en güzel günlerinden birini yaşadı ve ikisi de sağlıkla evlerine döndüler” diye hatırlanacağına inanıyorum. Türk dağcılığına kazandırdıkları bu güzel zirve için Gülnur Tumbat’ın da Esin Handal’ın da kıymetlerini bilmek dışında bir yarışa ve tartışmaya meydan verilmemesini diliyorum. Bu ülkede dağcılık kültürünün gelişmesinin en sağlıklı yolu da budur; dağcıların kıymetinin onlar yaşarken kendilerine teslim edilmesinin yolu da budur.
Dr. M. Burak ATALAY
Eylül, 2025
İletişim: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kullanılan Kaynaklar
Attilla Erdemli (2021) Spor Yapan İnsan, E Yayınları.
Ersin Afacan (2019) Spor Felsefesi, Akademisyen Kitabevi.
David Lunt ve Mark Dyreson (2014) “A History of Philosophic Ideas about Sport”, içinde The Bloomsbury Companion to the Philosophy of Sport, ed. Cesar R. Torres, Bloomsbury, ss. 17-37.
Jerzy Kukuczka (1992) My Vertical World: Climbing The 8000-Metre Peaks, çeviren: Andrew Wielochowski, Mountaineers Books.
Reinhold Messner (1999) All 14 Eight-Thousanders, çeviren: Audrey Salkeld, The Crowood Press.
Gertrude Reinisch (2013) Hayaller Kervanı: Wanda Rutkiewicz'in Yaşamı, çeviren: Nedim Sipahi, Homer Kitabevi.
https://tdf.tr/federasyon-baskanimizdan-tebrik-mesaji/
[1] Bu alanda okumaya başlayınca Türkçe yazında karşılaştığım ilk ufuk açıcı çalışmalar Prof. Dr. Atilla Erdemli ve Prof. Dr. Kurthan Fişek hocaların katkılarıydı. Onların yazdıklarını ve yaptıklarını görmezden gelmeden, hatta her biri biricik olan katkılarına hak ettiği saygıyı teslim ederek, ülkemizde bu alanda daha fazla kaynak, tartışma ve düşünce üretilmesini diliyorum. Bu alana emek veren daha genç araştırmacılar ise çoğunlukla spor bilimleri ve sosyoloji kökenli kişiler, daha farklı bilim dallarının da bu üretime katılmasını dilerim.
[2] Yazının bu kısmına kadar dağcılık diye andığım spor dalını (artık çok özelleşmiş ve birçok noktada birbirine pek de benzemeyen) alt branşlarını da kapsayacak şekilde genelleştiriyorum. Yani dağcılık derken akla ilk gelen klasik alpinizmi kastettiğim kadar kaya, buz, mix, spor, geleneksel, bouldering, drytooling, freesolo gibi tüm teknik tırmanışları ve solo, ekipli, alpin tarzda veya ticari tüm tırmanış biçimlerini kastediyorum.
[3] Burada “aretik sporcu”, “erdemli sporcu”, “ekselans (excellence) sporcu” veya bunlara benzer başka bir kavram türetmek mümkündür. Ancak ben, Türkçeye yerleşmiş olan ve genellikle müzik ve resim gibi alanlarda olağanüstü yeteneklere sahip kişiler için kullanılan, Türk Dil Kurumu’nun da ilk anlamını “herhangi bir müzik aracını büyük ustalıkla çalabilen sanatçı” olarak verdiği virtüöz sözcüğünü kullanmayı daha uygun buluyorum. Nitekim sözlükte ikinci anlamının “herhangi bir işte usta olan kimse” olarak tanımlanması, arete sahibi sporcu için bu sözcüğü kullanmanın yerindeliğini gösteriyor.