Kısıtlı Türk dağcılık entilijansiyası için önemli bir döküman olacağını düşündüğümüz, ülkemizin kıymetli şahsiyetlerinden olan Yalçın Koç'un kaleme aldığı bu felsefi metni, herkesin dikkatle okuması gerektiğini düşünüyoruz.
Yalçın Koç tarafından kaleme alınmış olan “Dağ ve Dağcılık” başlıklı yazıyı aşağıda bulacaksınız. Ancak bu yazıyı okumadan evvel, bu metnin arka planını ve Yalçın Koç’un Türk dağcılık tarihindeki mümtaz ve önemli yerini bilmeniz, Türk dağcılık tarihinin önemli bir sayfasına vakıf olmanız anlamına geleceği için, aşağıdaki giriş yazısını kaleme almayı uygun gördüm.
Önce, Yalçın Koç Kimdir?
1950 yılında Tokat’ta dünyaya gelen Yalçın Koç, dağcılıkla ilk olarak 1964 senesinde, henüz 14 yaşında iken, Kayseri Talas’ta bulunan Amerikan Ortaokulu’ndaki öğrencilik yıllarında, o dönemde okulda matematik öğretmenliği yapmakta olan Peter Nesbit ile birlikte Erciyes dağına bir tırmanış denemesinde bulunduklarında tanışmıştır.
Arkasından İstanbul’da Robert Kolej’de devam ettiği lise eğitimi süresince dağlara gidemese de, doğa ile olan yakın ilişkisini, satın aldığı bir kayıkla, Boğaz’ın akıntılı ve hırçın sularında balıkçılık yaparak sürdürmüştür.
1969 yılında Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü’nde üniversite hayatına başlayan Yalçın Koç, arkadaşı Mustafa Okman ile birlikte yeniden Erciyes dağına seyahat etmiş, burada dönemin faal dağcılarından Dr. Bozkurt Ergör ile tanışmış, onun dağcılık felsefesinden etkilenmiştir. Bu tanışmadan sonra Yalçın Koç, Dr. Bozkurt Ergör’ün 1962 yılında İstanbul’da kurduğu Türk Dağcılık Kulübü’ne üye olmuş, bu vesileyle dağcılık camiası ile başlayan yapısal ilişkisi, daha düzenli şekilde dağcılık faaliyetlerine katılmasına imkan sunmuştur.
1970 yılında, 21 Temmuz tarihinde Yalçın Koç, Demirkazık dağının dev güney yüzünün ilk solo tırmanışını gerçekleştirmiştir. Bunu 1971 yılında Erciyes dağına çıkışlar ve Kaldı dağının güneyden, Karsantı üzerinden ilk kış çıkışı denemesi izlemiştir.
1972 yılında, 17-18 Mart tarihlerinde Kaldı’nın ilk kış çıkışı, güneyden Karsantı üzerinden, doğu boğazı, külah ve sırt rotasını takiben Yalçın Koç ve Hüseyin Özbek tarafından başarılmıştır.
Yalçın Koç 1972 yılı yazında Cilo dağlarına seyahat etmiş, burada 2-4 Ağustos tarihleri arasında Mergan Zoma’dan hareket edip üç günde, Der-i Cafer geçidi üzerinden aşarak ve dağların tüm güney yüzünü katederek Reşko’nun zirvesine Horkadim Zoma ve Kara Külah rotası üzerinden ilk defa solo olarak tırmanmıştır.
1973 yılında, bu kere kışın yine Cilo dağlarına hareket eden Yalçın Koç, 16-17 Şubat tarihlerinde Reşko dağının ilk kış çıkışını keza solo olarak gerçekleştirmiştir.
Yalçın Koç, 1973 yılı Mayıs ayında, tam imza yetkisiyle Türkiye Dağcılık Federasyonu İkinci Başkanlığı görevine atanmış, iki yıl boyunca bu görevi yürütmüştür. Federasyon İkinci Başkanlığı görevi müddetince dağcılık eğitimine ve bunun için gerekli olan Federasyon’un dağcılık malzemesi altyapısının oluşturulmasına öncelik veren Yalçın Koç, zamanın güç şartları altında, Yeşil Kundura gibi çeşitli tedarikçiler üzerinden Federasyon’a dağcılık botu, semerli ve semersiz sırt çantası, uyku tulumu, çadır ve şişme yatak gibi temel malzemelerin kazandırılmasında (tasarım dahil) kilit rol oynamıştır.
Yalçın Koç, 1973 ve 1974 yılları arasında Türkiye Dağcılık Federasyonu tarafından açılan bir çok eğitim kampında teknik eğitmen olarak görev almış, bir çok gencin yetiştirilmesine katkıda bulunmuştur. Bu bağlamda 1973 yılı Temmuz ayında Erciyes’te açılan temel eğitim kampında, öğrencileriyle birlikte Erciyes’in kuzey buzulu üzerinden zirveye varmış, aynı ay Aladağlar’da açılan ileri eğitim kampında, aynı gün içerisinde, yine öğrencileriyle birlikte tek seferde Kaldı ve Alaca zirvelerinin tırmanışlarını yapmış, Parmakkaya’nın tırmanışını denemiştir.
1973 yılı Ağustos ayında Dağcılık ve Kayak Federasyonları’nın Ağrı dağına ortaklaşa düzenledikleri 50. Yıl tırmanışında zirveye varmış, arkasından Cilo dağlarına geçerek, burada 15 Eylül günü, Kemal Çapa ile birlikte Cilo dağlarının ikinci yüksek zirvesi Suppa Dürek’in kuzey duvarının ilk Türk çıkışını gerçekleştirmiştir.
Yalçın Koç, 4-5 Ocak 1974 tarihlerinde, Sönmez Targan, Mustafa Gültekin, Atilla Erkut, Yüksel Kuranoğlu, Turgut Taşer, Alaattin Karaca, Kemal Kantarcı ve Hüseyin Şen ile birlikte Büyük Kaçkar dağının ilk kış tırmanışını yapmıştır.
11-24 Temmuz 1974 tarihlerinde Yalçın Koç, 52 dağcının katıldığı Aladağlar’daki Federasyon temel eğitim faaliyetinde eğitmenlik görevini tamamladıktan sonra, Ağustos ayında düzenlenen Federasyon Genel Kurul toplantısında Federasyon İkinci Başkanlığı görevinden çekilmiştir.
1974 kışında, Parmakkaya’yı ikinci kez denemiştir. 1975 yılında Yalçın Koç, bir gurup dağcı arkadaşıyla birlikte, Türk dağcılık tarihine damgasını vuracak olan Anadolu Dağcılar Birliği derneğini kurmuştur.
1973 senesinde Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü'nden mezun olan Yalçın Koç, 1974 senesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Sistematik Felsefe ve Mantık Kürsüsü'nde doktora çalışmasına başlamıştır ve akademik çalışmalarına ağırlık vererek dağcılık camiası içindeki aktif katılımını tedricen sonlandırmıştır.
İstanbul Üniversitesi’nde 'Doğa'nın Kuvantum Mekaniksel Betimlemesi ve Ölçme Sorunu' başlıklı teziyle 1978 yılında felsefe doktoru ünvanını kazanmıştır.
1982 yılında 'Determinizm ve Mekan' başlıklı teziyle 'Sistematik Felsefe ve Mantık' alanında felsefe doçenti ünvanını almıştır.
1988 yılında uluslararası bir fizik dergisinde yayınladığı 'Bell Eşitsizliklerinin Kuvantum Mekaniği'nden Çıkartılması Üzerindeki Sınırlandırmanın Önemi' başlıklı takdim tezi ve kuvantum mekaniğinin mantıksal yapısı esasında inşa ettiği yeni bir aritmetik kuramı üzerindeki çalışmasıyla sistematik felsefe profesörü ünvanını kazanmıştır.
1998 senesinde Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden 48 yaşında emekli olmuştur. Halen Antalya'nın ufak bir köyünde eşiyle birlikte yalnız yaşamakta ve zeytin yetiştirip sabun yapmaktadır.
ESERLERİ:
1.Anadolu Mayası
2.Theologia'nın Esasları
3.Tarih ve Nazariyat
4.Nazari Mantık'ın Esasları
5.Şuur ve Nazariyat[1]
6.Zihin ve Nazariyat
7.Dialektik ve Nazariyat
8.Fenomenoloji ve Nazariyat
9.Nazari Musiki'nin Esasları
(Not: Yalçın Koç’un akademik özgeçmişine ilişkin bilgiler “biografi.net” sitesinden doğrudan alıntıdır. Dağcılık biyografisi tarafımdan derlenmiştir)
Yalçın Koç’u Antalya’daki evinde 2019 yazında ziyaret ettim ve dağcılık yaşantısı ile, Anadolu Dağcılar Birliği’nin kuruluş aşamasına giden süreçle ilgili çok sıcak bir görüşmemiz oldu. Kaleme almakta olduğum Anadolu Dağcılar Birliği’nin hikayesine ilişkin, bu yüzyüze görüşmemizi takip eden aylardaki karşılıklı e-yazı trafiğimiz, Yalçın Koç ile dağcılık ve dağcı üzerine kavramsal görüş alış verişinde bulunmamıza da vesile teşkil etti. Yalçın Koç’un burada okuyacağınız “Dağ ve Dağcılık” başlıklı yazısı, yukarıda bahsettiğim kişisel yazışmalarımız bağlamında kaleme aldığı bir metin olup, dağcılık camiasına maletmeyi düşünmüş olduğu bir eser olarak hayat bulmadı. Ancak metnin içerisinde ifade bulan, günümüz dağcılığı bağlamında da geçerliliği yadsınamayacak evrensel kavramlar ve değerlerin sadece benimle kalmaması gerektiği inancıyla Yalçın Koç’tan, bunun tirmanis.org üzerinden dağcılık camiasına maledilmesi için iznini istedim. Bu onayı, şu düşünce ve yaklaşımla bana verme nezaketinde bulundu:
“Ömer, bahis konusu yazıyı en iyi şekilde senin anlayabileceğin inancı ile yazdım ve sana teslim ettim. Yazı benden çıkmış ve sana geçmiştir. Aslında bu türdeki geniş manalı yazıların esasen sahibi ve yazarı da olmaz. Bu yazıyı yazan, bireysel ismini çoktan kaybetmiştir; biraz da bu sebeple. Bu yazı bir yerlerde yayımlansın diye yazılmadı. Ancak, yayımlanmasında gençler ve dağcılığımız bakımından fayda görürsen, bu hususu belirten bir takdim yazısı ile uygun gördüğün herhangi bir yerde yayımlayabilirsin.
......dağcılığı hiç terk etmedim. Bu biraz da kumaş işi galiba. Bazı kişiler dağcı olarak doğup dağcı olarak gidiyorlar. Herhalde, “asli zirvesini” iptal etmeyen, dağ ile dostluk esasındaki ahlakına sadakat gösteren, her daim dağcı olarak kalıyor; karda, kayada ve buzda tırmanışa devam etmese de.”
Önümüzdeki dönemde Yalçın Koç’un ve Anadolu Dağcılar Birliği’nin hikayesini sizlerle paylaşmayı umuyorum. Yalçın Koç’un bu yazısı, o hikayenin anlaşılmasına da ışık tutuyor. Dağcılık kültürümüzün hafızası konumunu kazanmış olan tirmanis.org’da bu kabil yazılara da yer olduğunu düşünüyor, tüm dağcı dostlara keyifli okumalar diliyorum.
Ömer Tüzel
DAĞCILIK NEDİR ve DAĞCI KİMDİR ?
Bu yazıda kullanılan dil hakkında açıklayıcı not:
Bu yazıda kullanılan dil, yıllar içinde oluşturduğum fikri ve kavramsal sistematiğin kaydı altında bulunan ifade kaabiliyeti yüksek bir Türkçe’dir; Grekçe’nin, Latince’nin hatta Almanca’nın mesela Felsefe’deki ifade imkanlarını dahi aşan ölçüde; İngilizce’yi bu bakımdan telaffuz dahi etmek istemiyorum. Bu suretteki Türkçe’nin, öz-Türkçe adı verilen dile tercümesi mümkün olmadığı gibi, her tercümenin asıl cihetinden eksik olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Öz-Türkçe’yi keşke ele aldıkları meselelerin künhüne vakıf olmayan[2] üç-beş kişilik komisyonlar kurmak yoluyla değil de, dünya ölçeğinde özgün düşünceler ortaya koyabilen fikir ve bilim adamlarının gayretleri sonucunda geliştirebilseydik; bu maalesef mümkün olmadı.
“Dağcılık”, özü ve esası itibariyle “ne’dir” ve, bu suretle “dağcı”, “kim’dir” ?
Bu yazıda, yukarıdaki soruları kendi bakış açımızdan ele aldık ve tecrübemiz ışığında cevaplandırmağa gayret ettik.
Dağcılığın özü ve esası itibariyle “ne” olduğunun anlaşılması, “birey” ile “dağ” arasında kurulan “alaka’nın” mahiyetinin açılmasına bağlıdır.
“Birey” ile “dağ’ı” birbirine rabteden[3] bu “alaka” itibariyle, “birey’i”, kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze getirene “dağ” deriz.
“Birey” ile “dağ” arasında kurulan bu “alaka” cihetinden[4] “dağ’ı” esasen coğrafyaya mahsus bir nesneden, kaya ve buzdan, bitki örtüsünden ve burayı mekan tutmuş canlılardan ibaret olarak ele alamayız.
Bu “alaka” bağlamında olmak üzere “dağcı”, kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmek suretiyle geniş manadaki “evren’de (kâinat’ta)”, “kendi’ne” mahsus “yer’i” arayan; “nihai hakikat” ile yüz yüze geldiği anlar esnasında “kendi’ne” mahsus bu “yer’i” bulan ve gören; ve bu “yer’e” mahsusen “aidiyet’ini” bizatihi[5] idrak eden “birey’dir”.
Bu manada “aidiyet”, bu suretteki “birey’in”, yani “dağcı’nın”, “kim’lik” esasıdır.
Bu itibarla “dağcılık”, “birey” ile “dağ’ı” birbirine rabteden “alaka” esasında, “birey’in”, kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmesi suretiyle “evren’deki yer’ini” araması ve bulması; bu yolla “kimliği’ni” keşfetmesi faaliyetidir.
“Dağcılık” faaliyetinin kaynağı, bu bakımdan ifade edersek, “birey’in”, geniş manadaki “evren’de”, “kendi’ne” mahsus “yer’i” arama ihtiyacıdır.
Bu ifadeleri açalım.
“Birey’in” kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile, bu bağlamda “ölüm’ü” kastediyoruz.
“Ölüm”, “birey” cihetinden, “doğuş” suretiyle ortaya çıkan “mevcud’a” mahsus “nihayet’tir”; bu manada.
Bu bakımdan, “birey’in” mevcudiyeti, “doğuş’un” ve “ölüm’ün” kaydına tabidir.
Kendi “doğuş’unu” bizatihi “idrak etmek” suretiyle bu manada “nihai hakikat’in” kaydına bağlanmadan, “birey’in”, “evren’de”, “kendi’ne” mahsus “yer’i” bulması imkan dahilinde değildir.
Bu suretteki “idrak”, bizatihi “görmek” yoluyla, yani “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmek esasında edinilen “tecrübe’nin” kaydı altındadır.
“Birey’in”, “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmesi, yukarıda belirtilen manadaki “dağcılık” bağlamında, “dağ” ile “fiil’i” bir “alaka” kurması suretiyledir.
“Dağ” ile bu “fiili alaka’nın” kurulması gerçekleşmeden, yani “birey” ile “dağ” birbirine “fiil’en” rabtedilmeden sadece düşünmek, felsefi muhakemede bulunmak, psikolojiden ve bilimden bahsetmek, duymak, hissetmek, sezmek, hoşlanmak gibi yollarla bahis konusu “nihai hakikat” ile bizzat yüz yüze gelinemez.
Bu sebeple düşünmek, felsefi muhakemede bulunmak, psikolojiden ve bilimden bahsetmek, duymak, hissetmek, sezmek, hoşlanmak gibi yollarla “birey’in”, “evren’de” kendine mahsus “yer’i” bulması, bu “yer’e” olan “aidiyet’ini” ve bu suretle “kimliği’ni” bizatihi idrak etmesi imkan dahilinde değildir.
Bu bakımdan, “birey’in”, “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmesi ve bu yolla “evren’deki yer’ini” araması, yukarıda anlattıklarımız bağlamında, “birey’in, dağ’a rabtolması fiili’nin” gerçekleşmesini gerektirir.
Bu manadaki “fiil”, “birey” cihetinden “iradi’dir”; bu “fiil”, “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmek ve bu suretle “evren’de” kendine mahsus “yer’i” aramak üzere “birey’in, dağ ile buluşmasıdır”.
“Birey’in dağ ile buluşması”, “dağ’ın da birey ile buluşmasının” kaydına bağlıdır.
Aksi takdirde, “birey” ile “dağ’ı” birbirine rabteden “alaka’dan” bahsedemeyiz.
Bu manada “alaka”, “bakışımlı’dır”; bu sebeple.
“Dağ” ile “buluşmak”, alt baştan üst başa, girdisiyle çıktısıyla “dağ’a” mahsusen ve “birey’e” özel olarak “aşina’lık” kazanmak suretiyle temin edilir.
“Dağ”, esasen, kendine mahsus hayatiyeti ve bu itibarla da şahsiyeti bulunan, kendine özgü “birey’dir”; aksi takdirde, “birey” ile “dağ’ı” birbirine rabteden “alaka’yı” gerçekleştiren “buluşma’dan” söz edilemez.
Bu manada “buluşma”, yukarıda belirtilen şekildeki “iki birey’in” bir araya gelmesi, tanışması ve birbirine “aşina’lık” kazanması suretiyledir.
Bu bakımdan, “dağ’ın” da, “birey’e” mahsusen “aşina’lık” kazandığını gözden kaçırmamak gerekir. Aksi takdirde “dağcı’dan” bahsedemeyiz.
Bu “buluşma” suretiyle, “evren’de” kendine mahsus “yer’i” arayan “birey” ve, “dağ” birbirine rabt olur.
Bu “buluşma” neticesinde “birey”, “dağ’ın dili’ni” anlamağa başlar; “dağ” da “birey’in dili’ni”.
Hem “dağ’a” hem de “birey’e” mahsus olan bu “dil”, bizatihi “ses” vasıtasıyla “telaffuz’un” kaydına bağlanamaz; bu husus unutulmadan.
“Dağ” ile “birey”, birbiri ile “suret” esasında görüşürler; bu manada “görüşme”, “buluşma” cihetinden hem “birey’e” hem de “dağ’a” özeldir.
Buluşanlarda, “buluşma’nın iz’i” kalır.
“Birey” ile “dağ’ın” buluşmasında, “dağ’ın”, “dağcı’da” iz bırakması gibi, “dağcı” da “dağ’da” iz bırakır; “iki birey’in” birbirine “aşina” olması sürecinde her bir “birey’de” kalan “iz” suretiyle.
“Birey’in dağ’da bıraktığı iz” ile, elbette ki mesela karda kalan ayak izini, buza açılan basamağı, kayada bırakılan sikkeyi, yuvarlanan taşları ve benzeri şeyleri kastetmiyoruz.
Bu bakımdan, “birey’in dağ’da bıraktığı iz”, ancak sadece yukarıda belirtilen manadaki “dağcı’nın” özeline mahsustur ve bizzat “kendisi’nin görmesi” suretiyle idrak edebileceği bir husustur.
“Alaka” esasında birbirine rabtedilen bu “iki birey” arasında “dost’luk” oluşur.
“Birey’in”, kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmesi, bu manada “dost’luk” suretiyledir.
Bu “dost’luk”, “ birey’in” ve “dağ’ın” birbirinde bıraktıkları “iz’lerin” saflığının ve temizliğinin kaydına bağlıdır; bu husus gözden kaçırılmadan.
Bu manada olmak üzere “dağ” ile “buluşan” ve kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze gelen “birey”, bu “yüz yüze geliş” esnasında kendi günlük hayatına mahsus “mahpusluk’tan”, yani her şekildeki hissiyattan, duygulardan, düşüncelerden, fikriyattan, her türlü hırstan, şöhret düşkünlüğünden, kin ve nefretten, yalandan, ve her türlü ahlaksızlıktan ve tecavüzkarlıktan kurtulur; ve bu suretle “dönüşür”.
Aksi takdirde “nihai hakikat” ile yüz yüze gelinmesinden ve “dostluk’tan” bahsedilemez.
Bu “dönüşüm’ü”, “arınma (katharsis)” olarak ele alamayız. “Dönüşüm”, sadece “nihai hakikat” ile yüz yüze gelinen anlara ve “evren’deki yer’in” bizatihi görülmesine, yani bu suretteki “tecrübe’ye” mahsustur; bu sebeple.
“Dağcı”, bu bakımdan, yukarıda belirtilen esaslar dahilinde olmak üzere “kendi’ne” mahsus “nihai hakikat’i” arayan ve bu “hakikat” ile yüz yüze gelen, “evren’deki yer’ini” bu suretle görerek idrak eden ve, bu yolla günlük hayatın ve “birey” olarak “kendisi’nin” bizatihi “kendisi’ne” kurduğu “hapishane’nin” duvarlarını yıkan “birey’dir”.
Günlük hayatın ve “kendisi’nin”, bizatihi “kendisi’ne” kurduğu “hapishane’nin” duvarlarını bu surette yıkan “birey”, bu “yıkış” anları esnasında artık “dağcı’dır”.
Bu itibarla “birey”, bu “dönüşüm” suretiyle, dar manadaki “psikolojik” ve, “sosyolojik” mahiyetini terk eder; “evrensel” mahiyette olmak üzere, yani “kozmos’a” mahsusen “dağcı” sıfatı kazanır.
“Birey”, bu cihetten ifade edersek, “evrensel” mahiyet kazandığı, yani “evren’e (kâinat’a)” mahsusen “kim” olduğunu idrak ettiği bu anlar esnasında “dağcı’dır”; bu manada.
Her dağa çıkana, her tırmanış yapana bu sebeple “dağcı” denilemez.
Ekonomik çıkar için veya şöhret hırsıyla, yukarıda anlatılan manada “dağ” ile “buluşma” sağlanmaz.
Mesela “dağ rehberi”, “dağ” ile yukarıda belirtilen manada “buluşamaz”; “dağ rehberi” bu bakımdan esasen “dağcı” değildir.
“Dağcı’nın” ulaşması gereken asli “zirve”, “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze gelmek suretiyle “evren’de” kendine mahsusen gördüğü “yer’dir”.
“Şahs’ın” çıktığı “dağ’ın en yüksek noktası” bu bakımdan “dağcı’nın” eriştiği asli “zirve” olarak kabul edilemez.
“Coğrafi yükselti’nin nihayet’i”, yukarıda anlatılanlar bağlamında asli “zirve” olarak ele alınamaz; bu manada.
İleri dereceli ve üstün vasıflı “tırmanış (çıkış ve iniş)” dahi, “dağcı’ya” mahsus asli “zirve’ye” ulaşmak için yeterli değildir.
“Dağ” ile yukarıda anlatılan manada “buluşma” son bulduğunda, yani “birey” ile “dağ’ı” birbirine rabteden “alaka” kapandığında, “dağcı” artık yeniden “sosyolojik” mahiyette “birey’dir”.
Ancak, bu manada “birey” cihetinden, “dağcılık” öncesi ile sonrası arasında önemli bir fark bulunur. Bu “birey”, günlük hayatı içerisinde düşünmek, felsefi muhakeme oluşturmak, psikolojiden ve bilimden bahsetmek, duymak, hissetmek, sezmek, hoşlanmak gibi yollarla edinilmesi mümkün olmayan bir “tecrübe’yi”, “dağcılık” esnasında kazanmıştır.
“Birey”, “hafıza’da” mahfuz olan bu “tecrübe’yi”, “tahayyül” ve “düşünce” esasında hatırlar ve bu suretle düşünmek, felsefi muhakeme oluşturmak, psikolojiden ve bilimden bahsetmek, duymak, hissetmek, sezmek, hoşlanmak gibi yollarla edinilmesi mümkün olmayan bir “zenginlik” kazanır.
Yeniden “sosyolojik” mahiyet kazanan “birey’in”, bu tecrübenin hatırlanması ışığında “kendi’ne” bakış suretiyle “aidiyetini” ve bu itibarla “kimliğini” idrak etmesi, “evren’deki yer’ine” ait olan hususlar esasında “genişler”.
Bu hususlar nelerdir ?
Bu noktayı da açarak yazımızı sonlandıralım.
Yukarıda belirtilen manada “yer” ile, “birey’e” mahsus “ben’i”, yani “şahsi ben’i” kastediyoruz; kısaca bu şekilde ifade edelim.
“Şahsi ben”, “birey’in” gündelik hayatı itibariyle, “kendi’ne”, yani “birey’e” mahsus “yer’dir”; gündelik işlerinin “fail merkez’i” olarak.
“Şahsi ben”, “birey’in” gündelik faaliyetine mahsusen “birey’i” geniş anlamda “hareket’e” sevk eden kaynaktır.
“Şahsi ben”, “birey’i”, “kendi’si” itibariyle “harici” olandan “ayrık” kılar.
“Ben” bakımından “sosyolojik” mahiyet taşıyan “birey”, bizzat bu “fail merkez’den” ibarettir; “ayrışık” bir “bölme” olarak.
Mesela, “birey’in beden’i” cihetinden gökyüzündeki “ay”, “şahsi ben” suretiyle “birey’den” bizatihi “ayrık’tır”. Dolayısıyla, “birey’in”, “ay’ı” bizzat “şahsi ben” suretiyle idrakı imkan dahilinde değildir.
Gündelik hayatı itibariyle “birey’e” mahsus “yer” bu manada “ben’dir”, yani “şahsi ben”.
“Dağcılık”, yukarıda belirtilen şekilde, “dağ” ile “alaka” kuran “birey’e”, kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze geliş esasında, “evren’de” kendine mahsus “yer’i” görmesi suretiyle “tecrübe” kazandırır.
Bu “yer”, tekraren belirtelim, “dağcı’ya” mahsus “asli zirve’dir”.
“Birey”, bu suretteki “tecrübe’nin” aydınlığında ve artık hafızada mahfuz bulunan bu “tecrübe’nin” hatırlanması suretiyle “kendisi’nin”, “şahsi ben’den” ibaret “ayrık” bir “bölme” olmadığını fark eder.
“Birey” bu suretle “şahsi ben” esasındaki hissiyattan, isteklerden, duygulardan, muhayyileden, zihinden, “nisbet (ratio)” esasındaki muhakemeden ve etten-kemikten ibaret olmadığını, “birey’den” bizatihi “dağcı’ya” yükselmek yoluyla görür.
“Dağcılığın” sağladığı bu “tecrübe” suretiyle, “şahsi ben”, “birey’in” hayatında “birey’in kendi’ne” mahsusen “yer” olma, yani “faal merkez” olma vasfını kaybeder.
“Dağcı”, yukarıda belirtilen manada “tecrübe” suretiyle, “evren’de” kendisine mahsus “yer’i” idrak eder.
Artık ay, güneş, dağ, denizler ve ovalar, gökyüzü ve yıldızlar, ve de “dağcı” olarak “kendisi”, “birlik” esasında “bir ben’dir”; “dağcı” olarak “yer’i” artık “evren’e” mahsusen “birlik” esasındaki bu “bir ben’dir” manasında.
“Dağcı” cihetinden, “şahsi ben’in”, “birey’e” mahsus “ayrık’lık” esasındaki hapishanesi bu suretle yıkılır.
“Dağcılık”, sağladığı bu “tecrübe” yoluyla “birey’e”, gündelik hayatında sahip olmadığı bir “hürriyet” bahşeder.
“Birey” bu suretle “aidiyeti’ni” ve “kimliği’ni”, hem de “dost’luk” esasındaki “güzel’in” ve “iyi’nin” ne olduğunu bu manadaki “hürriyet” esasında idrak eder.
“Birey”, şahsi “ben’e” mahsus “tecavüzkârlık’ın” bu suretle farkına varır ve gündelik hayatında bundan kurtulmanın yollarını araştırır.
“Dağcı”, “evren’de” kendine mahsus bu “yer’i” bizatihi görmesi suretiyle “dost’luk” esasında “ahlak” kazanır.
“Dağcı’ya” mahsus “ahlak’ın” kaynağı bu itibarla, yukarıda belirtilen manada “tecrübe”, yani “evren’de” kendine mahsus “yer’in” görülmesi esasında olmak üzere “birlik” suretindeki bu “bir ben’dir”.
Bu “bir ben’e” ve bu itibarla “dost’luğa” ihanet, “ahlaksızlık’a” mahsus kaynaktır.
“Dağcılık” nihayetinde “birey”, “mahfuz tecrübenin” hatırlanması suretiyle “bir ben” esasındaki “ahlak’ın” kaydına bağlıdır; bu manada “ahlak’ın” kaydından çıkan “birey” ise, “dağcı’ya” mahsus “asli zirve’yi” iptal etmiş olur.
“Birey’e” mahsus “tecrübe’nin” hududu, “dağcılık’ın” kaydına bağlı değildir; bu husus gözden kaçırılmadan.
Yalçın Koç
[1] Nazariyat= Kuram
[2] Künhüne vakıf=Gerçek anlamını kuşatıcı biçimde ve derinlemesine bilme, bütünüyle bilme.
[3] Rabteden=İliştiren, bağlayan
[4] Cihetinden=Yönünden, bakımından
[5] Bizatihi=Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, aslından.