Efecan Aytemiz’i anlatmaya yeltenmek çok zorlu bir girişim. Belki de sitede bu zamana kadar yaptığımız en zorlu girişimlerden, çünkü Efecan tam manasıyla “anlatılamayacak”, “yaşanması” gereken birisi. Bunun en önemli sebeplerinden biri konuşmayı, daha doğrusu anlatmayı çok sevmesi ve her daim anlatacak düzinelerce hikayesinin bulunması. İşte bu yüzden Efecan’ı anlatmaya çalışmak yerine, Efecan’dan kendisini bize anlatmasını istedik.
Efecan’ı ilk olarak kadim partneri Tunç Fındık ile yaptığı birçok tırmanışın ve ilk çıkışın raporundaki bir isim olarak tanıdım sadece. Çok sonraları şahsen tanışma fırsatı bulduğum Efecan’ın benim açımdan en önemli özelliği ise çok güçlü ve çok yönlü bir alpinist olması.
Sevgili Efecan'a bizi kırmayarak sorularımızı büyük bir içtenlikle yanıtladığı için çok teşekkür ediyoruz.
Efecan’ı tanımayanlar için birazdan okuyacağınız röportaj öncesi kısa bir uyarıda bulunmak çok faydalı olabilirdi aslında ama Efecan o kısmını da bize bırakmadı.
Röportajın başlığı bile Efecan’ın kendi önerisi, bizde onu kırmıyor ve devam ediyoruz ve diyoruz ki: Efecan uzattıkça...
Aykut Türem
tirmanis.org @ 2009
Efecan Uzattıkça
Okuyacak arkadaşların dikkatine: Özellikle beni tanımayanlar; bir, bilemedin iki soruyu okuyun sonra ara verin, ertesi gün tekrar bakarsınız. Bir anda yüklenmeyin işlemci yanar. Şaka değil, ben konuşurken gözü kararan adam biliyorum, benden söylemesi.
Sonra gelen oluyor, “Zamanımızı çaldın” diye, sanırsın Balzac diye kandırmışız. Yazının başlığı ne? “Efecan uzattıkça”.
1- Bize kısaca kendinden bahset.
En baştan anlatayım. Önce büyük patlama oldu, sonra gaz ve toz bulutları uzay boşluğunda…
Ne?!…Sanki bilmiyormuş gibi!?… Ucunu açık bırakırsan laf çok uzayabilir; kısaca demiş olman yeterli değil. Sonraki sorularda dikkatli olmazsan, durdurulabilecek nokta geçebilir, yerim sitenin bitlerini.
Şöyle söyliyeyim: Akşam Pınarı’na doğru traktörden inmiş baton maton açıyoruz, ormanın içinden başka bir ekip çıktı. Az önce yanlarından geçmiştik ama orman bitimine 100 metre kaldığı için durduğumuza değmez deyip, traktöre buyur etmemiştik. Durumu açıklayarak onlara doğru gittim, zaten anlamışlardı. Bu diplomatik görüşmenin ardından, arkadaş “Merhaba” dedi “Ben Tunç” (bizimki değil), “Ben de Efecan, memnun oldum” ve Tunç’un ağzından tamamen masum bir kontrolsüzlükle şöyle bir cümle çıktı: “Haa! Şu çok konu…” Dudakları son kelimeyi bırakmak istemedi ama olan olmuştu…
Ayakkabısını bağlamak için oturduğu çantanın üzerinden yere yuvarlananlar mı istersin, ayarladığı batonu gülerken iki parça halinde elinden düşürenler mi?!
Tunç ve arkadaşları utancını gereksiz kılan bu görüntüyle, Akşam Pınarı yolu traktör manevra düzlüğünde tescillendim ben.
Meğer bizim Tunç’un bir arkadaşı vardı, Münevver. Tanıştığımız gün, meydan okur bir edayla “Sen de çok konuşurmuşsun!?” deyip benimle laf yarıştırmaya kalkmıştı kendini bilmez. Tunç’a acıdığım için düelloyu sürekli geri çevirdim ama bu densiz bir türlü vazgeçmedi. Sonunda Tunç’un onaylayan bir bakışıyla, 1,5 saatlik bir terapinin ardından Münevver siniri alınmış kemiksiz et gibi kulak memesi kıvamında servise hazırdı. Ormandan çıkan bu ekip de onun Ankara Üniversitesi’ndeki arkadaşlarıymış; namım yürümüş, yetmemiş dağa gelmiş.
Sanırım bu benimle ilgili bir fikir vermiştir okuyucuya… muhtemelen yazıyı, belkide siteyi… bilgisayarı bile kapatıp kaçmış olabilirler. Geri kalanlar için:
1975 İzmir doğumluyum. Bilkent İç Mimari ve Çevre Tasarımı mezunuyum. Şimdiye kadar küçük ev dekorasyonları ve bahçe düzenlemeleri haricinde işimi yapmadım. Evde koltuğun rengini hanım seçiyor; ama o da Mimar Sinan Sahne Tasarımı mezunu… Yani güvenli ellerdeyiz.
7 yıl, İstanbul’da fizik tedavi kliniğinde ağrı terapisti ve vücudu doğru kullanma eğitmeni olarak çalıştım.
Şu an İzmir’de küçük bir emeklilik yaşıyorum.
2- Tırmanışa ne zaman ve nasıl başladın?
Geçen gün Sharma’nın videosunda vardı “Ağaçlara tırmanırdım küçükken” diye. Ben de öyle mi başlasam acaba; yok ağaç evim vardı, yok evin balkonuna, komşunun çatısına tırmanırdım, zaten üst raflarda kalanları hep ben alırdım, falan diye!? Bunları yapmayan çocukları psikoloğa götürüyorlar.
Sanırım belirleyici olan çocukken yaptıklarım değil de ortaokul, liseye giderkenkiler.
Düşün bir; herkes denize giriyor, güneşleniyor. Sınıfta, üniformayla gördüğün kızların hepsi bikiniyle… Peki ben neredeyim? Kendime denize dik inen 40-50°lik bir kayalık bulmuşum, ayakta koşu ayakkabısı tırmanıyorum. Oyun olsun diye değil özellikle tırmanmak amacı ile uzaktan gözüme kesitirip sonra da arkadaşları bırakıp giderdim.
Bunu ilkokuldan beri yapardım. Ailem Yunan televizyonundan (tek kanallı dönemde İzmir’in ayrıcalığı yabancı kanallar) Patrick Edringen’in tırmanış filmlerini, videoya alıp izletmişlerdi de ondan sonra yaptığımın bir spor olduğunu anlamıştım. Dönemin ağır alpinistleri medya maymunu dese de o videoları çekmeseydi belki de benim için sadece bir oyun olarak kalacaktı.
İlk eğitimlerimi 1993’te HÜDDOSK’tan aldım. Hacettepe’de okuyan mahalle arkadaşım Savaş, tırmanış merakımı biliyordu. “Oğlum bizim okulda dağcılık kulübünün dia gösterisi var” dedi, buluşup gittik. Tunç’un, Nasuh, Alper ve Uğur’un gittikleri Lenin gösterisini izledik. Burnundan beyin çıkan adam diası (Akut dağ hastalığı yüzünden helikopterle götürülen bir adamın burnundan çıkan kanlı pamuk görüntüsü ile sadece ismini duyduğumuz beyin ödemi lafı birleşince… ama aynı gösteri ne zaman yapılsa aynı tepkiler alındı) biraz ürkütmüştü ama yine beraber kaydolduk. O sadece bir Işık Dağı yürüyüşüne geldi ve bıraktı.
Orada Tunç ile tanıştım. Önceleri soğuk davranmıştı; ya Bilkentlilerden sıkıldığı için ya da altıncı hissi ona iyi bir kulak tıkacı yoksa arkasına bakmadan kaçmasını söylediği için. Birkaç faaliyette kısıtlı muhabbetler oldu ama esas olarak; bir gün okulun servisinde karşılaştık. Servis bomboş ben kütüphaneye gidiyorum o da zaten lojmanlarda oturuyordu; annesi bizim okulda bölüm başkanı olduğu için. Okulun kapısında kimlik kontrolüne kadar, yanyana koltuklarda ama o bir pencere ben diğer pencere tarafında oturmuşuz (aşk filmi gibi tesadüfler). Abartılı bir şaşkınlık ve “salaklığımıza doymayalım” seansından sonra, beni kahve içmeye davet etti (hızlı çocuk hemen hedefe odaklanıyor). İşte herşey böyle başladı ve gerisi geldi.
3- Tırmanış hayatının ilk zamanları ile ilgili aklında kalan en güçlü anı nedir?
Madem “İlk zamanları” diye sordun, Aladağlara ilk gidişim, zaten 2 Işık Dağı kampından sonra 3’üncü etkinliğim. Kazma krampon eğitimi alacağız. Ankaralı şımarıklığı ile Cuma akşamı çıkıp Pazar akşamı döneceğiz, epi topu 2 gün, ne olabilir ki? Bak gör şimdi neler sığdırdım o iki güne.
Zaten Cumartesi günü öle bayıla Narpuzun sonuna, Kızıl Çarşağın dibine çıkmakla geçti. Ben bir İzmir’li olarak ilk defa kar görüyorum, o da bele kadar. Bir de birileri, çömez hikayesine ip, çadır falan kakalamış. Kaldığım çadırın lakabı “Öküz Ali Paşa”; sorma neden diye. İçinde ayağa kalkabildiğin, çift kapılı ama bagajı olmayan, hatta dış tentenin kapıları örtmediği aile tatil çadırı, yaklaşık bin kilo falan. Ocak çadırın ortasında yanıyor biz de etrafında ilkel danslar yapıyoruz. 5 veya 6 kişiyiz; Tuna, Demet miydi kızın ismi, Fulya, bir de tıptan bir arkadaş vardı.
Pazar sabahı kazma eğitimi almak üzere kalktık. Başta hangi akıllı varsa Kızıl Çarşak’ta alıyoruz. Bölge olarak değil, ciddi ciddi Kızıl Çarşağı tırmandık. Teorik derste anlatılan kazma tekniklerini uygulamaya çalışıyoruz. Yaptın, yaptın… Yapamazsan silüetin küçülerek vadi tabanında bir nokta halini alıyor. Bir daha çıkıncaya kadar akşam oluyor.
Her pozisyonda milli olduktan sonra dönüşte tipik olarak kayarak inmeyi tercih ettik. Polar kumaşın kara yapıştığını ve kaymadığını o zaman öğrendim.
O küçük kafamla dedim ki “Ben de yüzü koyun kayarım, anorak kar tutmaz”. İlk başta güzel güzel de kaydım. Kollarımı iki yana açmış kanat gibi, ellerimle dümen yapıyordum. Sonra tümseklerde yerden havalanmaya başladığımı fark edince, yeterince hızlandığıma karar verdim. Çok öğrendim ya! Kazmayla durduracağım kendimi aklımca.
Karların eldivene de yapışabileceğini ve karla kaplı eldivenin kazmayı idare edemediğini de o zaman öğrendim.
Kazmayı kara değdirmemle sapının elimden kayması bir oldu ve kazmanın dibindeki sivri metal göğsüme dayandı. İş ciddiye binmişti çünkü o zamanlar kazmayı alırken bacak boyunda alırdık. Kolumu kasıp kazmayı kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Bunu yaparken aynı anda da kazmanın yere saplanmasını engelleyemedim. Onca hızla kazma kara, ben kazmaya, kazma göğsüme yüklendi ve havalandım. Kazmanın ve onu uzaklaştırmaya çalıştığım kolumun üzerinde yerde dik pozisyona gelip sırt üstü düştüm. Hala kayıyordum ama kazma kardan çıkmıştı, üzerindeki yük kalkınca göğsümden sivri metali de uzaklaştırdım ve durdum. Göğsümdeki acıya rağmen küçük bir yarayla kurtardım. Anorağın yarasını da tıbbi flasterle kapattım ve güne devam ettim.
Bugün daha bitmemişti ve daha şanlı olaylara gebeydi.
Akşam döneceğimiz için acele bir şeyler yemeliydik. Diğer arkadaşlar çadırda ıslaklarını kuruturken Tunayla bütan ocaklarının kartuşlarını değiştiriyorduk. Biri yaylı mandallı, diğeri vidalı iki çeşit ocak olduğunu o zaman öğrendim.
Kafalarını sökmeden, kartuşu yuvaya itip mandalı taktım ve içeriye verdim. Diğer kartuşun da yuvaya gömülmesi gerektiğini düşündüğümden zorladım, olmadı… abandım. Kartuş aşırı delindiği için bütan likit halde fışkırmaya başladı. Tam o anda, göz ucuyla az önce içeriye verdiğim ocağın ateşlenmiş olduğunu farkettim ve… canavarı gördüm… “Çadır içi ve arkadaşlar” karesine özel efekt eklenmiş gibi alevler her yerdeydi. Kendimi ve elimdeki ocağı geriye doğru fırlattım. Sırt üstü kayarken, bizim tıbbiyeli dizine kadar sıyrık pantolonuyla çadırın açık kapısından alevlerin arasından uçtu ve karlara gömüldü. Daha bu aksiyon sahnesini hazmedememişken; fırlattığım kartuşun alevler saçarak Taner’in kapısının önüne düştüğünü gördüm. Adam sanki evde çalışmış gibi sakince, kartuşu kürekle alıp uzağa fırlattı ve hiçbir şey olmamış gibi tekrar çadıra girdi. Kalktığımda canavar hala çadırın önündeydi, alev dilleri buzda dans ediyordu. Tuna’yla kar duvarı parçalarıyla canavarı karlara gömdük.
İşte Aladağlar’daki ilk günüme sığdırabildiklerim.
4- Bunca sene boyunca, ağırlıklı olarak Tunç Fındık ile beraber yaptığın düzinelerce ilk çıkışta ismini gördük. Ama ben bir tane tırmanış raporu yazdığını hatırlamıyorum. Yahut gençken açtığın birçok yeni rota olduğunu biliyorum ama bunlar hiçbir yerde yayınlanmadı, basılmadı. Bunun sebebi nedir?
Tırmanışlarımın ilk çıkış olduğunun farkında bile değildim ki, Tunç söylemese. Dünyada ilk olmasındansa benim için ilk olması önemliydi. Bir dağ veya rota karşıma çıktığında beni ne kadar etkilediğine, ne kadar davet ettiğine bakardım, sonradan Tunç ilk olduğunu söylediğinde de şaşardım bunca zaman kimse görmemiş mi görüp de etkilenmemiş mi, etkilenip de niye çıkmamış diye.
Bir de zaten Tunç yazıyordu, teknik rapor günlüğü tutuyordu, ilgilenen olur da bir yerde yazı çıkarsa ismim geçiyordu.
5- Seninle antrenman yapanlar bilirler, hikaye anlatmayı ama özellikle tırmanış hikayeleri anlatmayı odukça seversin. Kendine has didaktik bir üslubun bile mevcut. Anlatmak tamam ama neden yazmıyorsun?
Yakaladın beni; ben… ben… konuşmayı seviyoruuum… ühühüü.
Aslında bana konuşarak ulaşabilecek çevrem haricinde, kimsenin benim tırmanışlarımla ilgileneceğini düşünmemiştim, ilk başlarda. Tüm bayram tatilinde Aladağlarda tırmanıp bir Allah’ın kuluna rastlamayınca “Yahu bizden başka kimse ilgilenmiyor bu işle galiba” diyorsun, kendi kendine tırmanıp dönüyor, kendi kendine anlatıyorsun.
Ayrıca, o zamanlar hava atmak gibi geliyordu bana: “Ben şuna çıktım ben buna çıktım”. Tırmanırken yeterince haz alıyorum. Başkalarına göstermek için değil, kendime ispat etmek için de değil, sadece o anın zevkine varabilmek, dağı hissedebilmek için tırmanıyorum.
Tabii bir de, Türkiye’nin gelişmiş dağcılık yayınlarının hangi birinde yazsam karar veremedim. Birbirlerini atlatmaya ve yazı araklamaya süreli yayın editörleri çok üstüme geliyorlar sıkılıyorum, yazmıyorum.
Şaka bir yana geçenlerde Tunç’un Dhaulagiri tırmanışıyla ilgili bir şeyler yazdım insanlar ciddiye aldı. Tunç’la telefonda konuşurken yaptığımız muhabbeti aktardım, beni tanımayanların şaşırması doğal ama tanıyan arkadaşlardan “İnsanların zamanını çalma” diye yorumlar geldi.
Dağcılığı ya şakayla süsleyeceksin ya da Dikey Limit tadında şöyle zordu, böyle ölüyorduk diye kofti kahramanlığa soyunacaksın. Bunların haricinde gittik, çıktık geldik, dereceler şunlar, taş var kar var; bu ne askeri keşif raporu gibi.
Tabii bu tip münferit olayların bir sanatçıyı engellememesi lazım… Heyt be! Açın önümü. Ben hemen gidip bir daktilo alayım.
Şimdi düşününce belki yazarsam daha az konuşurum, siz de kurtulmuş olursunuz… Aha! şimdi anladım bu soruların amacını.
6- Dry tooling üzerine ciddi bir deneyimin var, hatta yanlışım yoksa, eskiden yazın yaptığın duvar çıkışlarında bile acil durumlarda kullanmak için küçük bir buz çekici taşıyormuşsun. Dry tooling’le neden kendini güvende hissediyorsun. Bu ilgi nasıl ve neden başladı?
Mecburiyet; insanlık tarihindeki her gelişme gibi. 3000’lik ve daha yüksek dağların hepsinde rota üzerinde kar, buz ve ıslak çamurlu kaya ile karşılaşmak mümkün. Ama hiç bir rota sonuna kadar buz devam etmez.
Rotadaki her değişik etapta kazmayı çıkart, kramponu tak… aaa kaya geldi haydi soyun bakalım…eee şimdi bir ayağım taşta ama diğeri karda??? Tak, Çıkar, Tak, Çıkar… Üşengeçlikten, yavaş yavaş karamponla kaya tırmanmasını öğrendim.
Tehlikeli de; olmadık yerlerde, çantayı bile çıkartamadığın noktalarda krampon takmak çok güç olabiliyor. İskoçya’da rotadan çayır çimene indiklerinde bile “Nerede ayağını kaydıracak bir buz çıkar belli olmaz buralarda” deyip arabaya kadar kramponla gidiyorlardı.
Ve birgün, Tunç “Oğlum o senin yaptığının adı varmış” deyip High dergisinde bir yazı okuttu, sonra ayar kaçtı… yandaş buldum ya!
Tutamak ve basamağın çok küçük olduğu yüzeylerde avantajlı olduğunu farkettim, tabii yerinden kurtulduğunda, kazmanın kafanızı yarma ve kramponun bacağınıza batma, ipininizi kesme riskini kontrol edebilirseniz.
Çelik uçtan kayayı hissetmeniz gerekiyor. Öyle, “Taktım geçtim” diye olmuyor. Parmak derisi gibi yüzeye yayılmıyor, çelik kayaya bir noktada çok büyük bir güç uygulayarak duruyor, eğer yükünüzü dokunduğu yüzeye dik aktaramazsanız ve hamle anında da kuvvet yönünü sabit tutamazsanız, vay halinize! İçinize şeytan girmiş gibi kendi elinizle kendinize savurursunuz kazmayı. Yaralanmasanız bile yüzeyde kıvılcımlar çıkartan kramponlarınızın sizi tutan ipi kesmemesini umarak, uçarsınız.
Bir de “Kayadaki çatlaklara takoz gibi oturuyor” diye bir şey yok. Takoz yumuşak metaldir. Kazma daha çok elinle yerleştirdiğin, çakmadığın bir sikkeye güvenmek gibidir, çeker yönü doğruysa ne ala. Döndürme ve sıkıştırma manevraları çeker yönüne uygun yapılmazsa, çatlağı bir bıçak gibi yararak fırlar; sonuç: Yine kıvılcımlar.
Bir de “Ooo çok iyi oturdu” deyip abanmamak lazım. Sonuçta “Bana bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatayım”, barajda çalışan arkadaşlar bunu bilir. Çıkan kıvılcımlara bir de düşürdüğünüz taşlar eklenir, emniyetçiyi de tehlikeye atarsınız.
Taşla çeliğin ilişkisini anlamak, hissetmek lazım. Hem yüksek dağ, hem de kaya tecrübesi yadsınamaz olan Batur’un küçük bir dry tooling denemesinden sonraki yorumu: “İlk defa kaya tırmanmaya başlıyormuş gibi hissettim; acemi ve çaresiz”.
Dry tool rotası ile normal rota çok farklı çizgiler izler; aynı emniyet noktalarını kullansalar bile. Tutamak va basamak yerine Bestami’nin tabiriyle “Sokanak ve takanak” vardır bu rotada. Sokanakları aramak yerine ezberlediğin hamleleri yaparsan, tutamak basamakları kırar, rotayı kullanılmaz hale getirirsin. Top-rope cengaverliği yapıp ipe oturup kayayı tırmalayıp, kazmayı saplamaya çalışmanın bir alemi yok.
7- Oldukca uzun bir alpinist geçmişin var ancak son zamanlarda sportif tırmanış ve kısa kaya antrenmanlarına da fazlaca zaman ayırıyorsun. Bu ikisinin sana kattığı artıları veya eksilttikleri oldu mu?
Alpinizm yani genel dağcılık güzel ama antremanı sadece dağa giderek yapmaya kalkarsam ya çok sağlam bir sponsor “Al sana para sen hep tırman” diyecek, ya da hep belli bir seviyenin altında kalacaktım. 20’li yaşların verdiği enerji ve öğrenciliğin bol zamanı birleşince gelen gelişmenin hızı, şartlar değişince düşüyor. “Ben mi ohoo 30 senelik dağcıyım” deyip sürekli aynı dağların aynı rotalarını çıkan bir adam olmamak için (zaten çok konuşuyorum yaşlılığım hiç çekilmezdi), sevdiğim sporu destekleyecek başka bir spor daha yapmam gerektiğini fark ettim.
Boulderhane’ye gitmeye başladım. İlk zamanlarda birçok dağcı gibi nankörce “Sadece antrenman olsun diye gidiyorum abi, ben dağcıyım, bu ne bu hop hop” diyordum. Gücümün arttığını, tekniğimin geliştiğini, doğal kayadaki derecemin yükseldiğini farkedince üstüne düşmeye başladım.
Fakat boulder da başlı başına bir spor ve hepsinde olduğu gibi hakkıyla yapmazsanız gelişim geçici olur. Murat, gerek rotalarıyla gerek tavsiyeleriyle bir antrenör gibi benimle ilgilendi, tırmanmadığımda çok konuştuğum için de olabilir tabi?! Derece artınca sesim kesiliyor da.
Siyah beyaz belgesellerdeki, koşucuysa sadece koşan, kalın bacaklı sıska vücutlu sporcular bitti. Şimdi koşucular yaratık gibi üst vücuda sahip, çünkü esas dalları haricinde ağırlık, jimnastik, yüzme, yoga gibi yan dallara da hakim oldular.
Farklı sporlar yapmaktan korkmamak lazım; dağa gittiğinizde, vücut hakim olduğunuz her bilgiyi birleştiriyor. Eskiden aylar sonra dağa gittiğimde 6+’da zorlanıyordum, şimdi 8-‘de.
8- Bilenler bilir, Efecan Aytemiz’in malzeme modifiye etmek üzerine bir hobisi vardır. Üreticileri yetersiz mi buluyorsun, yahut malzemeyi kendine özgü yenileyip kullanmak daha mı çok hoşuna gidiyor?
Yaa! Tabii ki malzememin bana özel olması, herkesinkinden farklı olması hoşuma gidiyor. Benimkini farklı bir model sananlar, aparatı nereden aldığımı soranlar oluyor, koltuklarım kabarıyor. Ayrıca evde boş otururken de dağcılıkla ilgili bir şeyler yapmış oluyorsun. Bunu şöyle kullanıcam böyle kullanıcam deyip kendini dolduruyor motivasyon yeniliyorsun.
Ama gerçek sebep; hiç kimse kullanıcıdan daha iyi tasarım yapamaz. Herkes kendi ihtiyaçlarına ve tırmanma tarzına göre malzemesinin eksik ve fazlalıklarına kafa yormalı. Böylece çok para ödediğimiz o ceketle beraber gereksiz özelliklerin ağırlığını dağa taşımamış ve “Ah ah şusu da olsaydı da şimdi üşümeseydim” diye hayıflanmamış oluruz. O zaman gidiyoruz nazımızın geçeceği bir terziye, ayakkabıcıya, çantacıya malı kendimize uyduruyoruz.
Malzemenin orijinalliği bozulur diye korkmanın anlamı yok, ikinci el ölü piyasa. Eskiden mağazalarda mal yokken, zaten mağaza da yokken, satardık. Şimdi başkasını kazıklamadan yerine mal alacak parayı kazanmanın yolu yok.
Tasarım eğitimi aldığım için üreticileri de anlayabiliyorum. Bir ürün her işe yarıyorsa aslında hiçbir işe tam olarak yaramaz, ek olarak ticari değeri de olmaz. Tüketici bir kere alır bir daha gelmez. Adamlar da her ihiyaç için ayrı mal üretiyorlar. Sonuç: Elinde 4 değişik ceket 3 değişik çanta ve daha neler neler ile, evinde oturup uçak, vize, konaklama parasını düşünen dağcılar.
Bir ceket parasıyla 15 gün Kafkasya’ya gidiyorsam… uçak dahil… ikinci ceket almak yerine elimdekini keser, diker, parça ekler, ağırlık azaltırım. Yamalı ama dağda olurum...
9- Bu zamana kadar modifiye ettiğin malzemelerden, işte budur, bu içime sindi dediğin oldu mu?
XGK2 ocağı çadır zemininde yakabildiğim ve kara gömülmeden kullanabildiğim bir aparat yapmıştım.
Adidas kayak pantalonunun paçasını geliştirip tozluksuz kullanabildiğim hale getirip tozluk ağırlığından kurtulmuştum.
Eski bir yağmurluğun kapişonunu bozup, elyafla doldurup, şehir tipi anorağımı tırmanışta kullanılır hale getirmiştim.
İyi ısıtmayan bir ayakkabının mesini ince matlı alüminyum ve soluyabilir kumaşla kaplayıp yenilemiştim.
Koşularda kullanılan su çantasına, su geçirmez kılıf ve sıkıştırma perlonları dikip, omuz kayışlarına da ayarlanabilir malzeme askıları ekleyip lider tırmanış çantasına dönüştürmüştüm.
Çabuk parçalanan lastik anti-kar plakalarının yerine alüminyum cephe kaplamasından yenilerini yaptım, daha da hafif oldu. Daha yeni Khan Tengri’de 6000 metreden fazla yol yaptım bana mısın demediler.
10- Bu zamana kadar yaptığın tırmanışlardan kendi açından en başarılı bulduğun “Benim için bir başyapıttı” dediğin bir tırmanış var mı?
Öyle başyapıt falan deyince, sanki kendim yapmışım gibi oluyor. Rotalar orada duruyor ben sadece seçiyorum. Doğrusunu seçmişsem tırmanıştan zevk alıyorum yoksa zaten dönüyorum. Bazen zorluk derecesi, bazen büyük kütlede yol bulma, bazen yalnızca yoldaki muhabbet o tırmanışı unutulmazlarım arasına sokuyor.
Mesela yakın zamanda, Kale Tepe’nin bacasına bir kış çıkışımız var. Gün boş geçmesin, zaten yanımızda yeni baba Caner var, yormayalım diye yola çıktık. Tüm baca yeni karla dolmuş, yer yer buz, dik kaya bir de tipi başlayınca üstüne tüy dikmiş oldu. En sonuna kadar gardını indirmeyen ve masum gibi görünüp bizi mix manyağı yapan bu rotaya saygılar.
Buna benzer Güzeller’de bir rota vardı. Kuzey Kulvarı’ndan başladık, tepesinde kulvarı tıkayacak büyüklükte bir balkon olduğu için yan duvarında emniyetsiz mix yapıp bele çıktık. Kuzey yüzüne geçip bir kaya kar hattından yükselirken gömüldüğümüz kar tamamen kaydı ve biz kayanın üzerine yapışık kaldık. Son etapta da; Tunç’la Kürşat korunaklı bir yerden emniyetimi alırken, kayabilecek eğimde bir yüzeydeki birkaç kaya çıkıntısı arasında Atari oyunu tadında yol aldım. Batak kardan taşa çıkıp bir sikke çakıp tekrar kara dalıp diğer taşın güvenliğine kadar “Bu gün benim günüm mü” diye sorarak tırmandım. Sonuna kadar mokoko tarzındaki rotaya da saygılar.
Dedegöl’deki uzun duvarlar da buna benzer hisler yaşatıyor. Kraken adını verdiğimiz bir çatlak rotası vardı. Çatlakların setlerle buluştuğu noktalarda biriken toprakta yetişen ağaçlar sayesinde değişik bir zorluk derecesi oluşturmuştu. Sonlarına doğru “Acaba zannettiğimiz yere çıkmıyor mu? Ayrı bir kuleye çıkıp da tüm malzemeyi bırakarak yüzlerce metre iner miyiz?” Korkusuyla beraber tam bir keşif zevkini de tattırmıştı. Karayip Korsanları’nın dev mürekkep balığının kolları gibi çatlakları yukarı uzanan bu rotaya saygılar.
Tabi yurt dışı faaliyetleri var. İnsanından coğrafyasına, taşından yüksekliğine değişik bir fotoğraf karesinde olmak etkiliyor insanı. Özellikle Kafkasya gezileri çok doyurucu olmuştur benim için. İlki zaten benim için ilklerle doluydu. İlk 4000, ilk 5000, ilk yarı kaçak sınır geçişi, ilk %11,5 alkollü bira.
İkincisinde de Tunç’u sınırdan geri çevirdikleri için tek başıma kalmıştım, zaten baştan maceraydı. Tanımadığım insanlarla yaptığım tırmanışlar da ikramiye gibi gelmişti. Uzun buz kulvarları, büyük bloklar halinde kırılmış granitin yanında Balkar Türkleriyle dil bilmeden yapılan uzun sohbetler(vodka connecting people)… Kafkasya’ya da saygılar.
11- Dağlarda başına gelen en kötü olay neydi?
Öyle anlatmaya değer birşey olmadı. Hala yaşıyorum ve tüm uzuvlarım benimle… eh daha ne olsun. Tabii çok kötü hastalanıp ateşten kabuslar gördüğüm oldu, küçük çığlarla yuvarlandığım, kazmayla iki kaşımın arasını yardığım, tüm emniyet malzemesi ve kaya ayakkabıları çantadayken pürüzsüz kaya yüzeyinin ortasında kaldığım, kazma yamulttuğum, krampon kırdığım da oldu ama bunların hepsi “Öldürmeyen herşey öğretir” tadında olaylar.
12- Türkiye’de ve dünyada tırmanış adına seni en çok etkileyen isimler kimlerdir?
Valla, herkesi etkileyenler beni de etkiliyor tabii. Hayatını tırmanarak geçiren, profesyonellerin yaptıkları gerçekten müthiş. Ama Edirne’den öteye sokakta karşılaştığın 10 kişiden 6-7’sinin benden, 3-4’ünün Türkiye’deki herkesten daha iyi tırmanıyor olma ihtimalini düşününce önümüze gelene hayran olmamız lazım. Sadece batıda değil doğuda da çok ilerlemiş bir dağcılık var. Yılda binlerce dağcıya destek veren kulüpler ve federasyonlar var.
Beni esas etkileyen eskilerdir, işin en başında, daha ortada hiçbir şey yokken, kendi malzemelerini yapmanın yanında kendi tekniklerini geliştirmek zorunda kalan dağcılar. Onları iyi yapan zaman, yapılan bazı tırmanışlar hala dereceleri belirliyor. Hikayeleri anlatıldığında hala heyecanla dinleniyorsa demek ki yaşandığı zamanda zorlu tırmanışlarmış. Bir de normal bir hayat sürüp; işi, ailesi olup da hala tırmanış seviyesini arttırmaya çalışan insanlar var, benim gibi. Ben onlara da hayranım.
13- Hem yurdumuzda, hem de dünyada seni en derinden etkileyen dağlar yahut rotalar nelerdir? Efecan Aytemiz en çok hangi dağın hangi rotasını tırmanmak isterdi sorusunun hazırda bir cevabı var mı?
Dağlar bitmez binlerce zevkli tırmanış imkanı sunuyor bu dünyada. Ama özellikle ilk aklıma gelenleri söyleyeyim:
Mesela daha geçtiğimiz günlerde ikinci tokadımı yediğim Khan Tengri. Bir kere şekli çok güzel. Yakınlarındaki Pobeda gibi kaba bir yığın değil, heykeltraşın elinden çıkmış gibi. Her gittiğimde bana bir şeyler öğretip geri yolluyor; “Git bu sefer iyi çalış dersine belki ikmalde geçersin” şeklinde. Tırmanış hayatımı şekillendiren bir dağdır. İlk tanışmamızda serak tehlikesinin benim için alınamayacak bir risk olduğunu ve bundan sonra rotalarımı daha dikkatli seçmem gerektiğini öğretmişti. Bu sene de expedisyon tarzı tırmanışların beni sıktığını, üzerinde dağ turistlerinin sürekli inip çıktığı, trafik sıkışıklığı yaşanan bir rotada, çık yukarı, in aşağı, tekrar çık olayından zevk almadığımı öğretti. Eğer mümkünse başka birkaç dağa tırmanıp yükseklik ve tırmanış biçimine alışıp sonra koşullar iyiyse bir seferde zirveye ulaşmak ve bunu kendi tercih ettiğim rotadan yapmak benim için en iyisiymiş öğrendim.
Matterhorn var; yine şekli yüzünden sevdiğim. Gerçi hiç gidip görme şansım olmadı.
Ushba var; muhteşem görüntüsünün yanında, Kafkasya’ya ilk gitme sebebimdir. Kendisiyle kısa bir beraberliğimiz bile oldu. Az kaldı sonuca ulaşıyordu direkten döndü.
Bezengi Vadisi’nde gözüme kestirdiğim rotalar var.
Nepal’de 6000’lik teknik zirveler var. Zaten sadece görmek için bile gitmem lazım bir ara.
Güney Amerika’yı da görmedim. Ant Dağları’nda bir sürü zevkli tırmanış olduğuna eminim.
14- Ülke dağcılığımızda Alpler’deki ya da Kafkasya’daki teknik duvarlardan ziyade, 7000’lik, 8000’lik dağlar daha fazla ilgi görüyor. Sence bunun sebebi nedir?
Bunda garip birşey yok. Tüm dünyada bu böyle. Bunun adı dağ turizmi.
Tüm doğa sporlarında işi uç noktalara götürmek meşekkatlidir. Bu yüzden insanlar hazır organizasyon olan yerlerde tatillerini geçirmeyi tercih ederler. Zamanları veya istekleri kısıtlı olan, tırmanış seviyelerini arttırmayanlar varlıklarını dağ turisti olarak sürdürürler. Teknik olarak aynı seviyede kalıp, yüksekliği arttırmak, rota bulma, partner arama, emniyet alma dertlerinin para ile çözülebildiği dağlara ve rotalara yönelirler. Özel olarak belli seviyede kaya tırmansalar bile dağdaki rotalarının, çok düşük seviye kaya haricinde temiz, mülayim eğimli olmasına dikkat ederler.
Bizim ülkemizdeki sorun dağcılık kültürünün henüz gelişme aşamasında olması, daha 30 yaşında falan. Yurt dışında 300 senelik bir oluşumdan bahsedebiliyoruz.
Bizde sadece dağcı var, sorduğunda herkes dağcılık yapıyor. Yurtdışında ise, kadın “Trekkingciyim” diyor… “Ama teyze Akonkagua’ya çıkmışsın”… “Ama yürüyerek çıkılan rotasından çıktım” diyor.
İngilizlerin “hill walker”, Amerikalıların “backpacker” dedikleri bu gurup, kondüsyonları iyi ve hava da güzel ise Everest’e bile çıkarlar ama sabit hattan. Ve baban Cassinlerin, Boningtonların, Cesenlerin, Lowelerin zamanında tırmanmış, oğlun Ueli Steck’le partner, torunun da Adam Ondrayla sınıf arkadaşıysa “Dağcıyım” demek ayıp ayrıca sıkar biraz.
1996’daki Everest trajedisiyle ilgili, hayatta kalanlardan biri; “İnsanların bir macera yaşı geliyor, dağ bisikleti, rafting, sonra hadi tırmanalım…” diye açıklıyor.
15- Efecan Aytemiz olarak ülkemizde alpinizmin bugününü ve yarınını nasıl görüyorsun?
Alpinizm doğal bir yavaşlama süreci içerisinde, çünkü temelleri sağlam değildi. Binalar kendi ağırlığı altında toprağı ezer ve toprak oturduğunda duvarlar çatlamasın diye binayı bölümler halinde inşa edersiniz. Dağlardaki insan yığını da dağların ağırlığı altında sıkışacak, dağ turistleri, spor tırmanıcılar ayrılacak diğerleri ya ezilip şehir insanı olduklarını kabul edecek ya da daha az acılı başka sporlara kayacaklar. Israrla kalıp acı çekecek olan biz salaklar da ağır çantalarımızı uzun duvarların dibinde gezdirmeye devam edeceğiz.
16- Peki aynı soruyu sportif kaya tırmanışı için sorsak yorumun ne olurdu?
Onlarda da değişim rüzgarları esecek, kaçınılmaz olarak. Tam tersi alttan bir etki olacak.
Tırmanışa başlama yaşı giderek düşüyor ve bu yeni yetişen sabi sübyan sportif tırmanışa hakim oluyorlar. Olimpik tabir edebileceğim tüm sporlarda 20’li yaşlarda performans düşmeye başlar. Artık yaşını almış dinazorlar mecburen sahneden çekilecekler. Kimisi gençleri yetiştirerek onların başarılarından mutlu olmasını öğrenecek ya da ilerleyen yaş ve arzular arasında ezilecek.
Alpinizm de bu değişimden etkilenecek. Savaş alanlarına tüfek hakim olsa da, kılıcın her zaman bir saygınlığı ve çekiciliği vardır. Ben Ballı’da geleneksel malzemelerimi kuşandığım zaman ilk defa görenlerin bile imrendiklerini hissediyordum.
Güçlü, tekniği oturmuş ama sadece doğa kuralları ve gençlikle savaşmayı anlamsız bulan bazı spor tırmanıcılar dağlara yönelecek. Ve biraz tecrübe edindikten sonra… vay bizim halimize!? Yıllardır ütopya olan rotalar tek tek devrilecek, bizler de “Ben sana adam olamazsın dedim, örümcek olsan ne yazar” diye kafa ütüleyeceğiz.
17-Son olarak eklemek istediğin herhangi birşey var mı?
Baba daha ne ekleyeyim. Yazdım zaten 7 sayfadır liv liv liv anlatıyorum, yok şu şöyle yok bu böyle. Baytar, Heykeltraş, Mimar birşeyler yapın; “dakteyp” le falan takılmaz mı yerine, bu düşen çene.
Bunu okuyacak kadar bilgisayarın başında kalan dağcıya acırım ben. Sancılar içerisinde tatil gelse, izin alsam da dağa gitsem diye kıvranıyordur.
Haydi tırmanışla kalın.