Brenta_Banner.jpg

Tepeler “lanet bok” sesleriyle şenleniyordu

John Carney (Türkçesi: Sumru Tamer)

Ç.N: Yazar burada İsviçre’de geçen Neşeli Günler müzikalindeki bir şarkının “The hills are alive with the sound of music” sözlerine atıfta bulunuyor.


‘Tanrı’nın senin ve benim üzerime attığı çizgi

Hoş bir geometri yaratıyor

Şimdi burayı terk mi edelim canım?

Buradan dışarıya bir çıkış var mı ki?’- Nick Cave and the Bad Seeds, Abattoir Blues.

İnanılmaz sakin, endişenin ise hiç olmadığı bir andı. Engelberg vadisinin kenarındaki dağlık alpin çayırın ortasından yükselen ve devrilirmiş gibi duran, hafif çarpık, kireçtaşından bir parmak olan Bettlerstock'un bir masa büyüklüğündeki zirvesine rahatça oturduk ve tüm yüksek zirvelerin panoramik görüntüsünün tadını çıkardık. Kuzeyde, Titlis masifinin bütün sırası bir stegosaurus gibi ufukta uzanıyordu, sırt kısmı sanki dinlenmekteymiş gibi hafifçe bükülmüştü, bulut kümeleri atmosferin yarattığı perdenin üzerinde mavi gökyüzüne doğru kıvrılıyordu. Saat öğleden sonra iki idi ve her şey iyiydi. Elime bir kalem alıp, ziyaretimizi kaydetmek için zirve defterine alelade bir şeyler yazdım ve defteri yerine, tenekeden bir tütün kutusunun ev sahipliği yaptığı başka bir mavi tenekenin içine geri koydum.

Bu tür düşüncelilik örnekleri İsviçre Alpleri'nde çok yaygındır. Defterde yer alan yorumlar ve ünlem işaretleri, hemen ayağımızın altındaki bacada, özellikle de son balkonun üzerinden başlayıp devam eden dar çıkışta, birçok kişinin dram yaşamış olduğunu gösteriyordu. Fakat biz rahata ermiştik ve manzaranın keyfini çıkarıyorduk. Yapmakta olduğunuz şeyin tam olarak içinde olduğunuzu hissetmekten kaynaklanan rahat bir akıcılık ile zirveye tırmanmamız belki yirmi dakikamızı almıştı. Ayaklarım fena acıyordu ama ruhum dolup taşıyordu ve verdiğim bu ödünden dolayı mutluydum. Ve geçen 24 saat içinde o kadar şey yaşamıştık ki, söylenmek yersiz olurdu.

Düne geri dönersek. Dağın diğer tarafı. Saat sabah 08: 00’i biraz geçiyor, Titlis'in 3020 metrelik zirvesine yakın bir yerde karın üstünde bir süre dinleniyoruz. Ben emniyet kemerimi giyer ve etraftaki zirve silsilesinin muhteşem masalsı dizisinin fotoğraflarını çekerken Walter da midesine bir çörek indiriyor. Üzerimizden telesiyej ile biri geçiyor, birbirimize el sallıyoruz, önümüzdeki bir buçuk gün boyunca göreceğimiz son kişi olduğunu bilmeden. Sonra zirve sırtına doğru alçalıp, kayalık güneybatı yüzünden aşağı doğru tırmanarak gözden kayboluyoruz.

Yırtılan baldır kasımdan dolayı bir süredir ilk defa dağlara gelebiliyorum ve çürük kayalar ile kaplı dik kenarlarda gerekli olan o ince dengeyi tekrardan yakalamam birkaç saniyemi alıyor. Aşağıdaki Wenden buzuluna 800 metrelik bir iniş var ve tehlikenin farkında olmak tüylerimi diken diken ediyor. Düşüncelerimi susturarak, korkunç bir şekilde çuvallamamamı engellemeye çalışıyorum. Yine de devam ediyoruz ve daha rahat eğimli bir yer buluyoruz ve sonra kablolarla döşenmiş belli belirsiz boğazlar, sonra da bir merdiven ve daha sonra - kar ile kaya arasındaki, halk arasında ‘daha yolun başında bizi yutmayı bekleyen buzul çatlağı’ olarak bilinen boşluk.

Buzul çatlakları ile bir derdim var, beni biraz korkutuyorlar- öyle görünüyor ki üzerlerinden ip inişi yaparak geçmeye çalışırken hep içlerine doğru çekiliyorum. Sakin olduğumu düşünüyorum sonra ip inişinin doğası beni buzul çatlağının donmuş ağzının içine doğru savuruyor ve bir aşağıdaki çıkıntıya el ya da ayağımı koyabilene kadar sağımı solumu dövüyorum. Yüzüklerin Efendisi'nde (benim en sevdiğim kitaplardan biri) Sam'in örümcek Shelob’la karşılaştığı o an gibi, şimdi bile havada asılı kaldığım o maceraları hatırladığımda omurgamda bir karıncalanma hissediyorum. Neyse ki, bu gibi anlarda her zaman kristalden bir cesaret ışığı tutan partnerlerim oldu. Zaten bu önümdeki buzul çatlağı minnacıktı ve ip inişiyle üstesinden gelmek kolaydı.

İsviçre Almancasında 'steigeisen' olarak adlandırıldığının farkında olmadığım kramponlarımızı taktık. Walter, ne olduğunu anlamadığım ‘steigeisen’ larımı yanıma almam gerektiğini söylediğinde, deneyimlerime de dayanarak kramponlarımı çantama atmıştım, neyse ki doğru bir tercih yapmıştım. Kardan buz kazması ile ama kramponsuz biçimde inmek bunun tam tersini yapmaktan çok daha komik (ve aptalca) olurdu. Fakat buzulun üstünde yükselen baş döndürücü kaya kulelerinden oluşan labirentin üstünü kapatmış yüz metrelik yarı yumuşak karın üzerinde yürürken sadece kramponlarımın olması bana biraz tekinsiz hissettirdi ve artık hiç akıllanmayacağım yaşlara mı geldim diye düşündüm.

Kısa bir süre sonra, bizi bir sürü mor çiçeğin büyüdüğü ve etrafın nispeten sulak ve yeşil olduğu çimlik yerlere ulaştıran, kayalık kütleler ve tepeciklerin olduğu bölümü geçtik. Kelebekler, sabahın getirdiği sıcak hava akımı üzerinde sörf yaparken, kayalar da güneşin altında uzanıyorlar, bazı alpin bitki kümeleri de araya girerek bütün pasajı çayırımsı bir hale getiriyordu. Buzul şimdi çok yakındı, belki iki yüz metre aşağıdaydı, düşen sayısız kayanın bombardımanı ardından siyah ve kahverengi çizgiler oluşmuştu üzerinde. Hatta bunları düşünürken yeni bir bombardımanın farkına vardım, fakat bu sefer uzakta, vadinin diğer tarafında oldu.

Son dik bölümden ip inişi ve down-climbing yaparak indik ve ayağımız kara değdi. Ağır yürüyüşümüze dağın yüzüne paralel olarak başladığımız ve buzulun üzerinde olduğumuz için hava oldukça sıcaktı. Buzul biraz helva gibiydi, fakat hiç bir buzul çatlağı görünür değildi. İpe girmiş olarak yüzeyde ilerlemeye devam ettik. Rota neredeydi? Yüze baktım. Yaklaşık yarım kilometre genişliğinde ve neredeyse bu yükseklikteydi - tırmanış muhtemelen bundan biraz daha azdı, ancak aşağıdan tam olarak kestirmek zordu, çünkü yüz birkaç yüz metre kadar eğimli bir slab olarak kırıklı setlere (yine!) doğru uzanıyor, sonrasında üzerinde masmavi gökyüzüne karşı parlayan ve ışıldayan bir kar bandı olan dimdik heybetli bir duvarın üzerinden çok daha sert bir şekilde yükseliyordu.

Oldukça endişeliydik. Zirveden düşen karlardan dolayı (büyük blokların kopup ortadaki slab bölüme düşmesi mümkündü). Ve dik bölümde, yuvalarına girip çıkan kuşların, bazı kısımlarda dökülen şelalelerin ya da yükselen sıcaklığın veya yerçekiminin tetikleyebileceği taş düşmelerinden. Sonradan ortaya çıkacağı üzere bu bölümlerde endişelenmekte haklıymışız – her ne kadar içlerinden sadece biri bizim için gerçekten tehdit oluşturmuş olsa da, bizim bilmiyor olduğumuz ve aslında çok daha fazla endişe duymuş olmamız gereken bir kaç başka tehdit daha varmış.

Bilinmeyen şeylerle baş etmek her zaman oldukça zordur, bu yüzden bunların üzerinde çok durmadık, bunun yerine tırmanış için en iyi rotanın Güneydoğu sırtının solu olduğunu varsaydık, ki burası hafifçe göğe yükseliyor ve Matterhorn üzerindeki Hornli sırtının dik bir taklidi gibi duruyordu. Fazla malzemelerimizi bir kayanın arkasına gizleyip bıraktık, su içtik, yedik ve makul ölçüde erzak, su ve giysiyi bir haul bag’in içine doldurduk. Bu tür tırmanış girişimlerinde yanımda her zaman yedek kıyafetler taşımayı tercih ederim. Maalesef bunu bu sefer akıl edememiştim. Buzuldan yukarı tırmanılan, içi boş sesler çıkaran çürük kayalardan oluşan orta zorluktaki bir tırmanış ile düz masif slablardan geçen ilk ip boyuyla mücadele ederken büyük bir hata yapmış olabileceğimi düşündüm.

İkinci ip boyu, önce dik çıkıyor sonra biraz sola ve daha sonra da dik bir gri duvar üzerinden sağa kıvrılıyordu. Fakat tırmanış biraz dikkat ve hassasiyet istiyordu çünkü iyi tutamaklara denemek için vurduğumuzda kırılgan ksilofon sesleri çıkarıyorlardı. Yine de problematik bölümlerde küçük tutamakları tutmak ve açık hamleler yapmak eğlenceliydi. Göreceli olarak kolay bir zemini geçince, gevşek ve killi (dolayısıyla bence şüpheli görünen) kireçtaşından balkonun altında istasyon kurduk.

Walt istasyondan sağa doğru travers yaparak rota kolay göründüğünden bir süre malzeme yerleştirmeden devam etti ve bir sete yükseldi. Ben de artçı olarak tırmandım, ip boyunun ortasında hünerle yerleştirilmiş bir kaç cam’e vardım. Görece kolay bir balkonu geçerek, daha önce iniş yaptığımız etaplar gibi kolay bir etaba ulaştım – 2 dereceden fazla değildi. Walt emniyet aldığı istasyondan bana doğru diş matkabını ağzıma uzatmak üzere olan bir dişçi gibi uzanıp gülümsedi ve sola doğru devam edip bir sonraki istasyon noktasına bakınmamı söyledi. Korkak tavuk olmak istemiyordum bu yüzden yavaşça ilerledim ve bu etabı bir kaç mucizevi ip inişi manevraları ile bir şekilde by-pass edebilmek için gizlice dua ettim. Fakat nasıl? Ve ya o sırada hava kararırsa?

Ne yazık ki, ip bittiğinde bir sonraki istasyon daha ötede yukarıdaydı, bu yüzden eğimli bir sette sadece durarak, Walt çürük kısmı tırmanırken ipin boşunu aldım. Bu sırada kafamdaki ses Walt’un çok hafif olduğunu hatta hiç de bir ağırlığı olmadığını ve eğer düşerse onu kolaylıkla tutabileceğimi söyleyerek beni midemdeki kahvaltıyı kuşkusuz çocukça bir şekilde çıkarmaktan kurtardı. Dışarıdan, geçidin üzerinden bize bakan bir kişi bizi buzulun yukarısında, cehennemin kıyısında dolanan, devasa yüzün üstünde birbirine doğru yavaşça yaklaşan iki renkli nokta olarak görmüştü. Sonunda bir araya geldik. Ne istasyon vardı ne emniyet. Fakat ne bir şey oldu ne de zor bir durum yaşadık. Negatif bir etabın altında bulunan sonraki istasyona çıkıp kendimizi istasyona girdik.

Bu konumdan, güzel bir balkonu geçerek, ‘wasserrillen’ (tam anlamıyla su olukları veya kanallar) ile dolu muhteşem bir Wendenstock slabının üzerine çıktık. Her iki ebeveynim de coğrafyacıydı ve evdeki kütüphanelerinden etkilenerek, tırmanmakta olduğum şeyin jeolojisine dair ilgim yıllar içinde giderek daha da derinleşmişti. Bu özelliklerin ve yukarıdaki yüzeyden aşağıya doğru akan tüm erimiş su kütlesinin, bu devasa slabın geniş yüzeyini nasıl oluşturduğunu görmek kolaydı. Kireçtaşı tamamen elementlerin hareketleri ile ilgilidir ve onu anlamak da tamamen erozyonun geride bıraktığı hem çok bariz hem de daha az bariz özellikleri gözlemlemeye bağlıdır. Böyle durumlarda önemli olan tırmanıcının saf fiziksel gücünden ziyade ki bu tırmanıcıyı (hiçlik dışında) bir yere ulaştırmaz, tırmanıcının gözlem ustalığı ve tekniğidir.

Sonraki ip boyu, belirgin ve kolay oluklar boyunca elli metre yukarı yükselip slabın bitişinden on metre aşağıda tamamen mantıksız ve oldukça tehlikeli bir istasyona kadar gitti. Sessizce fakat anlamlı anlamlı birbirimize baktık. Walt, istasyonun altı metre üstündeki bolta kadar tırmandı ve merakla üzerindeki kaya çıkıntısında elini gezdirip kısa bir küfür salladıktan sonra sağa travers yaptı. Kenardan yukarıya hamle yaptı ve birkaç dakika boyunca gözden kayboldu, hiç şüphesiz ki düşük açılı slab ile uğraşıyordu, daha sonra toplaşmaya başlayan sisin içinde görünen dik bir duvarda küçük ve belirsiz bir nokta olarak yeniden ortaya çıktı. Minik çıkıntıları aramasını, tutamak bulmaya çalışmasını ve istasyonun mantıksız pozisyonundan dolayı oluşan gereksiz ip sürtünmesi ile savaşmasını izledim.

Bir tutamamağı tuttum, ayaklarımı yerleştirdim, ağırlığımı istasyondan alıp bütün malzemeleri sökerek tırmanışa hazır hale geldim. Tam o sırada, hiçbir uyarı olmadan, bir çocuğun yumruğu büyüklüğünde bir kaya sol omzumun elli santimetre yakınına çarptı ve aşağıdaki derinliğe doğru kayboldu. Ben tepki vermedim – geçmiş bitmişti. Yıllar süresince neredeyse-çarpan kayalardan payımı almıştım, çarpanlardan da payımı almıştım ama asla çok ciddi şeyler değildi. Bir keresinde Les Courtes’in ünlü Swiss Rotası’nın tırmanışından sonra, kuzey-doğu kulvarının üst kısmından iniş yaparken, büyük bir kayanın sanki bir alışveriş arabasına atlamış gibi, Lana Del Rey’in bir şarkısındaki koro gibi tıngırdayarak yanımdan geçip yüzlerce metre aşağımda down-climbing yapan bir rehberin kaskına doğru yönlenmesini izlemiştim. Uyarmak için bağırmıştım fakat kulvarın büyük amfi tiyatrosunda sesim duyulmuyordu ve tam dudaklarımdan ‘Tanrım’ kelimesini çıkarken, merminin Mark’ın bir metre sağından geçip gittiğini görmüştüm. Mark hiç rahatsız olmadan (ve ipsiz bir şekilde) aşağıya inmeye devam etmişti. Herhangi bir tepki göstermeyip, sadece müşterisiyle birlikte oradan tabanları yağlayıp uzaklaşmıştı. Yapılabilecek tek şey buydu ve dört ekibin de hepsi kıllarına zarar gelmeden aşağıya ulaşmıştı. Dağlarda tereddüte yer yoktur, özellikle de zirve işini yapıp bitirdikten sonra.    

Ana duvar dik ve bazen hafifçe negatif idi. Rotanın kilidine gelmiştik, eğer böylesine zorlu bir ortamda derecelendirmelerin bir anlamı var ise, kilidin oldukça sert bir derecede olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada, solumuzda bir yerlerdeki şelalenin üzerimize doğru uçan su damlalarını hissetmeye başladık. Bu, gittikçe yoğunlaşan sıcaklık ve öğleden sonra yükselen hava ile birleşince aniden manzara ortadan kayboldu ve kalın kesif bir sisin içinde kaybolduk. İsviçreliler eğer yapabilselerdi, bu tarz bir sisi korku filmlerinde kullanmaları için Hollywood'a satabilirdi muhtemelen. İki bolt ve onları birleştiren, ortası zarar görmüş bir prusik ipi ve zamana yenik düşmüş bir kaç perlondan oluşan istasyonun (kendi back-up perlonlarımızı da taktık) üzerine uzanıp yukarıya bakındım ve gördüğüm şey… Hiçlikti.

Slab etap solda, sağda, yukarıda ve aşağıda pofuduk bir beyazlığın içinde gözden yok oluyordu. Şelale yakınlarda bir yerlerde yumuşak bir şekilde çınlıyordu. O sırada küçük bir çıkıntının üzerine tünemiştik ve Scary Movie değil ama kesinlikle bir John Carpenter filminin içindeydik. Bir tarafta negatif bir dihedral atmosfere doğru uzanıyordu, diğer taraf ise dik gri bir kaya duvarıydı. Marmolada'da mıydık? Başka bir gezegende miydik? Dümdüz yukarı giden kırmızı bir çizgiyi gösteren toponun bu noktada bize hiç bir faydası yoktu - ne yapacağımıza dair hiçbir fikrimiz yoktu. Günün psikolojik kilidi üzerimizde dikilmekteydi.  

Böyle durumlarda sadece iki seçenek vardır: yukarı veya aşağı. Ve herkesin bildiği gibi “tek yol yukarısıdır”. Fakat korkmaya başladığınızda bu bilgi sezgileriniz ile çatışır, çünkü görüş mesafesi ortadan kalkmıştır ve tırmanışa başladıktan sonra emniyetli bir yer bulup bulamayacağınız konusunda hiçbir fikriniz yoktur. Ve küçük saklanma yerinizden çıkınca muhtemelen geriye dönüş olmayacaktır.

Bu gibi zamanlarda, karar yukarı devam etmek olursa, birinin ilk adımı atması gerekir. Ve ne kadar şanslıyım ki Walt bunu yapmak için istekliydi. Oyuğun içinde, duvardan dışarıya, sis battaniyesine bakarak oturdum ve mümkün mertebe rahatlamaya çalışarak istasyondaki ekspresten geçen iplerin yukarı gidişini izledim. Sonra gözlerimi kapattım ve dinledim. Kendimi yukarıda büyük bilinmezliğin içinde bir yerde herhangi bir şeye yapılan klipin sesini duymaya adadım. Büyük tırmanışlarda, izlemekten daha çok dinler ve hissetmeye çalışırım çünkü çoğu zaman partnerim görüş alanımın dışındadır. Metal’in çekiştirilip incelenirken çıkardığı zayıf sesi ve ip misafirperver bir karabinanın içinden geçmeye başlamadan önce çıkan tatmin edici ve rahatlatıcı klip sesini dinlerim. Yukarıda (ya da aşağıda) olup biten hikâyeyi anlamak için ipin ritmini hissederim. Ve eğer gerekirse gözlerim kapalı bir şekilde- ya da partnerimi görmeden – birçok ip boyu boyunca emniyet alabilirim. Sadece bilirim.

Bu yüzden Walt'un alet atmadığını biliyordum. Bu çok uzunca bir süre bu şekilde devam etti. Kafamdaki ses yine konuşmaya başladı. Walt çok hafif. Gerçekten hiçbir ağırlığı yok. Onu tek parmağınla bile yakalayabilirsin. Dakikalar geçti ve sis duvar yüzeyine yapıştı. Azdı, çıldırdı ve saldırdı. Lanet bok.

   

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sürenin ardından ipler tekrar hareket etmeye başladı ve sonra daha da uzun süre hareketsiz kaldı. Rahatlatıcı bir şeyler hayal etmeye çabaladım fakat daha sonra bunun işe yaramayacağını düşünüp sakinleşmeye ve hiçbir şey düşünmemeye çalıştım. Böyle zamanlarda aklınıza tozpembe düşünceler getirmek istemezsiniz. Konsantre olup harekete geçmek ve işi bitirmek istersiniz. Kız arkadaşının, ya da annenin ya da spor salonundaki 8a tırmanan kadınların herhangi biri o sırada senin için hiçbir şey yapamaz ve ağlamak sadece her şeyin içine eder. Şarkı hatırlamak her zaman yardımcı olur, fakat aklıma gelen tek melodi Prodigy'nin ‘‘follow me into the wall of death, welcome to the wall of death’’. Lanet olsun. Yine de, ne var ki bıçak sırtında olmakta, hem çok da öyle değilim bu arada? Fuck you and your heart attack, diyordu kafamdaki ses ve ben de sadece, dudaklarımda hafif bir gülümseme ile emniyet almayı sürdürdüm.

Ç.N.:Ölüm duvarından geçerken benimle gel, ölüm duvarına hoş geldin.” “Sana da kalp krizine de..”.

Mağaranın solundan tırmandım ve anında üzerime hemen yakınımdaki şelaleden sular püskürdü. Kaya çok keskindi ve neyse ki genelde kırılgan olan o keskin türden değildi, fakat deli gibi dikti ve o kadar kompakttı ki görünürde malzeme yerleştirilebilecek hiçbir yer yoktu. Bu yüzden tek seçenek sadece tırmanmak ve ilerledikçe malzeme yerleştirilebilecek yerlerin ortaya çıkmasını ve Tanrı’nın malzeme atmadan önce tırmanışın daha da zorlaşmasına izin vermemesini ummaktı.

Gerçekten de birkaç su oluğu ve daha sonra kayada yatay bir çatlak iki cam atmaya olanak verdi (bir kırmızı ve bir sarı - o sırada ne kadar büyükse o kadar iyidir diye düşündüm!).  Tırmanış koyu teknik bir slaba doğru ilerlerken mucizevi bir şekilde tek bir bolt göründü –üzerlerinde beceriksizce yürürsek bizi kendilerini boşluğa atmakla tehdit eden gevşek kaya bloklarının üzerindeki dar bir çıkıntıya yerleştirilmiş istasyona kadar bunlardan başka bir emniyet olanağı yoktu, bence. Yukarıdaki yoğun pamuksu kasvete doğru bir baktık. Ve sonra işler giderek daha da zorlaştı.

Çıkıntı üzerindeki istasyondan çıkıp, küçük bir balkona doğru sağa uzanan bariz bir çatlak üzerinde mümkün olduğunca yüksek bir ayak alıp yukarı uzandım. Çatlağın başında cam’lik bir yer vardı ve sonrasında giderek daha da ıslak ve zorlu hale gelen bir lay-back etabını zayıf ayaklar ile first-finger joint krimpler serisi takip etti ve sonunda tanrım-sana-şükürler-olsun-dine-döndüm boltuna vardım. Balkonu yüksek bir sol ayak alarak aştım ve krimplere yapabildiğim en çevik ve atik şekilde yüklendim. Güç bela tırmandığım ip boyunun ilk çeyreğinde çaresizliğin sınırlarına ulaşmışım gibi hissediyordum.

Duvar dikleşerek, siyah bir slaba doğru yükseldi. Slabdaki tutamaklar baya keskin ve gizlenmişti, ilk dokunuşta sizi başka ve daha iyi bir tutamak bulmaya iten cinstenlerdi- sanki bir cuma gecesi bomboş bir diskodaymışsınız fakat henüz bunun o gece bulabileceğiniz tek seçenek olduğunu ve en iyi tercihin orada kalmak olduğunu henüz bilmiyormuşsunuz gibi. Sonraki saatler bir sürü ve her an tutunmanızla kırılabilecek küçük tutamaklar ile geçti. Bu türden tutamaklar genellikle magnezyum kullanmanızı gerektirmez, fakat korktuğunuzda bilinçsiz bir refleks ile elinizi magnezyum torbanıza daldırırsınız (sinemadayken ya da tehlikeli bir bardayken bile). Ben de bu şekilde gittim, el yordamıyla tutamakları, keskin uçları ya da herhangi bir şeyi arayarak, hiç bir şey bulamadan, hayır olamaz, yok olamaz, orada bir şey olmalı, belki de şuraya tutunup kendimi çekebilirim? Belki de sağ ayağımı bu yan taraftaki çıkıntıya koyarım sonra da sol ayağımı… şu incecik iğnenin ucuna basabilirim?

Bu iç diyalog devam eder ve yukarıdaki duvara doğru yavaş ve dikkatlice ilerlerken, yoğunlaşan sis tarafından gittikçe daha da fazla yutuluyorduk. John Carpenter'ın karşılığında iyi para ödeyeceği bir sis türü. Kaya yüzeyinin etrafında dönüp duruyordu, sanki biri aşağıdaki buzul çatlaklarının içine dev bir buhar banyosu yerleştirmişti, fakat bu yapış yapış ve soğuk bir sisti ve yükseldiğinde, buhar kar bandından aşağı akan eriyik suyla birleşiyor ve yağmur yağıyormuş hissi veriyordu.

Yarı çömelmiş, yarı oturur halde son istasyonda dururken gün ışığı tükenmek üzereydi ve sıcaklık neredeyse moralimiz gibi hızlı bir şekilde düşüyordu. İstasyon, birkaç metre soldaki setin üzerindeki kolay yer yerine mantıksız bir şekilde slabın tepesine kurulmuştu, Walt buna baya sinirlendi, neyse ki boltları söküp atacak kadar değil. Sisten dolayı zirveden herhangi bir manzara görünmüyordu ve aşağıya ip inişi yapacak olmaktan memnun, hazırlanmaya çalıştık ve kan dolaşımımızı sürdürmeye çabaladık.

Heyecandan haul bag’imizi haul hattına kliplemeyi unutmuş olduğum için, haul bag’imizi bir kaç ip boyu aşağıdaki küçük bir mağaranın içinde terk edip tırmanmaya devam etmiştim, bu yüzden inişi tam olarak tırmandığımız hattan yapmak zorundaydık.  Bu çok da büyük bir problem değildi, ta ki çürük kaya setlerine varana ve tehlike bölgesini karabinalar olmadan yan geçmemiz gerekene kadar. Karanlığın içinden, olumlu bir ses gelmesini beklerken, benim ipin diğer ucunda her şeyin yolunda gittiğine emin olmamı sağlayacak güneşli bir manzaradan yoksundum, fakat tırmanış partnerleri arasında derin bir güven ilişkisi vardır ve kısa bir süre sonra sisin içinden belli belirsiz bir seslenme duydum, bu devam etmem için gerekli cesareti sağladı. Walt’un görüş alanı içine girince, bir istasyona girmiş olduğunu gördüm, böylece Walt ipin boşunu yeterince aldıktan sonra, iniş aletime ve prusiğime klip yapıp Walt’un durduğu yerin altına gelene kadar yürüdüm. Daha sonra boşluğa doğru ip inişi yaptım ve bir kaç dakika sonra Walt sonraki istasyonda bana katıldı.

Sırayla gittiğimizi görünce, Walt ilk inişi yaptı fakat sisin içinde bir sonraki istasyonu kaçırıp 40 metre aşağımda bir çıkıntının üzerinde durdu. Bu pozisyona vardığı anda, ip duvardaki gevşek kayaların üzerinden geçti ve kayalar anında duvardan ayrılıp bazıları oldukça zarar verebilecekmiş gibi görünen küçük parçalara bölünüp Walt’u yaylım ateşine tutu. Walt kesinlikle bir taş yemişti, fakat neresine ve ne kadar kötüydü? Patırtı, gümleme ve sürtünme ile beraber çıkan o sülfürümsü kokunun ardından ipte bir sıçrama oldu. ‘Alles ok?’ (Herşey iyi mi?) diye seslendim. Uzun bir duraklama oldu ve aşağıdan yukarıya hafif bir cevap süzüldü. Evet mi, hayır mı? Söylemesi zordu.

İstasyondaki Tagline-ipimin ufacık hareketi ile yerinden oynamış olan kayaların altına doğru yavaş yavaş alçaldım. Ve neredeyse eminim ki, tam yarı yoldaki, bavul büyüklüğünde bir kaya kütlesi yerinden ayrılmıştı ve ipleri sertçe çekersek üzerimize düşüp bizi dümdüz etmek üzere orada sallanıyordu. Pursiğimi kilitleyip ağırlığımı verdim, iki elimle kayayı çekip aşağıya bıraktım, neredeyse göremeyeceğim yere kadar yuvarlanışını ve bir topçu mermisi gibi patlayıp parçalara ayrılışını izledim. Walt iyiydi – en çok darbeyi kaskı ve çantası almış gibi görünüyordu. Walt’un kaçırıp geçtiği istasyona girdim, Walt’un bir kaç metre üzerindeydi. İpleri çektim, muhtemelen Mummery’nin yerleştirmiş olduğu paslı bir karabinadan ipleri geçirdim. İpler aşağıya ulaşınca Walt da ipe girip daha aşağılara indi. Ben de ipler boşalınca yine kendi karabinalarımdan birini ve perlonlarımdan birini istasyondaki eskimiş malzemelere back-up olarak bırakıp aşağıya devam ettim.

Ç.N.: Tagline, tek ip ile beraber tam ip boyu iniş yapmak için kullanılan, 6-8 mm kalınlıklarında, tek ipten daha hafif ve kısa olabilen bir iptir

Buzuldan çok da uzak olmadığımızı görmek bizim için tatlı bir sürpriz oldu. Bu genelde çok olumlu karşıladığım bir durum değildir. Genelde pek de olmasını istemediğim bir şeydir. Ama bu sefer tam tersiydi. Çürük kısım, öğleden sonranın psikolojik kilidiydi ve sonrasında gevşek kayalardan kılımıza zarar gelmeden kurtulmamız da küçük bir mucizeydi ve üzerimizde ansızın ortaya çıkan bir tapınağın yaratacağı gibi bir etki yarattı. Zamanında Fransa Alpleri'nde bitmek tükenmez kuzey yüzünden bir zirveye çıkmış ve üstünde Meryem Ana'nın küçük bir heykelini bulmaktan çok memnun olmuştum, nazikçe elime almıştım ve yeniden yerine koymuştum – tutmaya devam etmek aşırı ağır olduğu için normal bir insan için mümkün değildi.

Ayaklarımız rotanın dibine değdiğinde, arada sadece küçük bir boşluk bırakarak kayaya doğru kıvrılan yukarıdaki eski karın dalga benzeri oluşumundan geçici olarak korunmuştuk. İpleri çektik ve olabildiğince hızlı bir şekilde topladık ve sonra oradan olabildiğince çabuk uzaklaştık - bu daha içgüdüsel bir hareketti çünkü artık ortada görünen bir tehlike yoktu. Diğer ekipmanlarımızı, yiyecek ve yamaç paraşütlerimizi saklamış olduğumuz kayalık oyuğa geri döndük ve sonunda rahatladık. Fakat yaklaşım ayakkabılarımızı giyerken, sisin içinden gelen bir sürü ses duymaya başladık. Bir şeylerin uçmaya başladığını çıkarmak çok da zor değildi - büyük olasılıkla dağın doğu yüzeyinden aşağıya. Ama beklemek ve öğrenmek istemedik.

Kükürtlü rengi Dolomitler'e layık olarak yükselen "sarı sırt" boyunca yürüdük. Sırtın her iki tarafı da aşağıdaki buzula kadar keskin ve dik bir şekilde iniyordu. Her ne kadar eğimli kar kısmı çok da aşağıda olmasa da, ikimizden biri yanlış bir adım atsa ölümcül olacak derecede uzaktaydı. Fakat hızlı olmak önceliğimizdi ve zaten her halükarda emniyet imkânı sunan bir yerde de değildik. Küçük bir kulenin etrafından dikkatlice, tuttuğum her tutamağı ağırlığımı vermeden önce yoklayarak geçtim- ilk seferde tutamağı doğru tahlil etmezsem, düşüşümü durdurmamın hiç bir yolu olmazdı.

“Sarı sırtın” en yüksek noktasını işaret eden son kırılgan kuleye geldik ve bundan sonra yapılabilecek tek şey bir ip boyu daha inmekti. İsviçre malı ve kevlardan yapılmış, biri yeşil biri kırmızı iki eski perlon vardı. En güvenli yöntemin ne olacağına dair küçük bir tartışmanın sonunda yeşil olanı bir kayanın büyük sivri ucuna dolayabileceğimize, kırmızı olanı da çözüp, yakındaki bir çatlağa ‘back-up’ olarak çakılmış kötü durumdaki bir sikkeye sabitleyebileceğimize karar verdik. İniş için tek bir tam ip yeterli olacaktı, fakat tag-line değil…Tag-line’ı perlona sabitledikten hemen sonra kaya çıkıntısının diğer tarafında havada asılı kaldı. Kafamdaki ses endişelenmememi, Walt’un çok hafif olduğunu söyledi. Ayrıca belimin gün boyunca sıkışmış olduğunu fark ettim (bağırsaklarımdan farklı olarak). Yani her şey yolunda olacaktı – tabii perlonun altına gelene kadar ve bu sırada perlona ağırlık vermemeyi başarabilirsek. Bu da emniyette olabilmek için ipe klip yapıp kaya çıkıntısının üzerine ata biner gibi oturmamız (dere kenarından dışarı zıplamaya çalışan bir alabalık gibi) ve ağırlığımızı iniş ipine aktarabileceğimiz bir noktaya varana kadar down-climb yapmamız demekti. Devam ediyoruz, hafif olan Walt (içinde yamaç paraşütleri olan) iki sırt çantasıyla önden gitti, sıra bana gelince kulağa biraz garip gelse de hiç de bu işi elime yüzüme bulaştırma modunda olmadığım ortaya çıktı.

İpin uçlarını reversodan geçirdim, karabinamı kilitledim ve sisin içinde hiç görünmeyen ve ip inişinin sonunda durabileceğim bir yer görmek için aşağıya doğru baktım. Aniden, sisin içinden bir dizi müthiş boğuk gürültü duydum. Dağlardaki sesler ile ilgili bazı tecrübelerim var ve bunun düşen kar ya da buzlar olduğunu düşünmek istedim. Fakat bunlar bugün bir süre önce olduğumuz yerden düşen kayalar olmalıydılar. Sesler altmış ya da yüz yirmi saniye boyunca devam etti. İplere ağırlığımı verip, yürüyerek ip inişi yapmaya başladım, sarı duvar boyunca mümkün olabildiğince dikkatli iniyordum ki bugün Walt’a ikinci bir taş yağmuru yaşatmayayım. Bir süre sonra duvar kayboldu, sadece havada ip inişi yapıyordum.

Bivağımıza vardık ve kulübenin içine saçılmış toz gıda ürünleri ile galonlarca içecek yaptık. Sonra makarna ve ondan da sonra spagetti pişirdik. Neredeyse tamamen bitmiş bir domates püresinin üzerindeki son kullanma tarihi, 2020 Ekim’ini gösteriyordu, bu yüzden tat vermesi için ondan da koyduk ve protein için de alpkase peyniri ekledik. Tatlı olarak bayat kahve tozuna yoğunlaştırılmış süt boca ettim ve Walt’a çantamın derinliklerinden çıkardığım bisküvileri uzattım. Bir sürü şey hakkında konuştuk, tırmanış, hayat, gelecek. Bira olmamasına rağmen Walt baya açıldı ve milyon yıl önce Marmolada’da Fish’i tırmanışını ve Voralpsee’de bir masanın altındaki sarhoş Beat Kammerlander’ı anlattı. Sonra da uyuyakaldık ve sabah devasa ama sessiz doğu yüzünün altında, buzuldan aşağıya solo indik ve morenin hemen altında yamaç paraşütünün kanadını açmak için uygun bir nokta bulduk. Kısa bir süre sonra, çimenli yamaçtan aşağı yarı yürüyor, yarı koşuyorduk. Bir an sonra havada uçuyorduk, gerçeküstü bir perspektiften geçen büyük uçurumlar ve alpin çayırlar çiçeklerin ve böceklerin tam ortasından aşağıya akıyordu. Önceki günü düşünmedik. Geçmiş yabancı bir ülkedir, ama gelecek hala bizimdir ve orada farklı şeyler yapabiliriz.

---------------

SON

----------------

Program

1.gün:

Önce Bergbahn sonra da Engelberg-Titlis'in zirvesi (3,020m)

Titlis'in Güneybatı yüzünden iniş ve Sudwand'a Wendengletsche yoluyla yaklaşım

Incas’ın tekrarı (11 ip boyu, 7a, 6c minimum), ip inişi ve Wendenjoch'tan Grassen bivağına (2,647m) travers

Grassen bivağında geceleme, bütün eskimiş yiyecekleri yeme ve su içip re-hidre olma.

 2.gün:

Firnalpeligletscher’den 2,200m’ye iniş

Yamaç paraşütüyle Engelberg'e dönüş

Seilbahn'den Brunni Hutte'ye, oradan da Bettlerstock'a yürüyüş

Bettlerstock'a tırmanış (6a maks.), yamaç paraşütü ile Engelberg'e dönüş, sonra da motosiklet.

 

Sözlük – kullanışlı bazı alpin kelimeler:

Geile Scheisse - kelimenin tam anlamıyla 'lanet bok' - dramatik bir şey olduğunda ya da gerçekten iyi ama korkutucu bir ip boyunu ya da gerçekten kötü ve korkutucu bir ip boyunu temizlediğinizde söylenir.

Scharf / hart – ustura gibi/ keskin, değiştirilebilir sıfatlar

Zalim / mega – Yukarılar için kullanışlı ve birbirlerinin yerine kullanılabilecek ön ekler!

Şunun gibi: Ustura gibiydi, megakeskin lanet bok!

Veya: Megaustura, zalim keskin lanet bok!

Sturtzen verboten – düşmek yasaktır (ama muhtemeldir)

Gibt’s gut Griffe oben - eski bir İsviçre şakası, kelimenin tam anlamıyla 'yukarıda daha iyi tutamaklar var'

Bruchiges Fels - Çürük kaya. Sık kullanılmayan rotalarda yaygındır.

Platte mit weite Abstande: Uzun geçişleri olan geniş slab ( mesela: lanet bok!)

Wasserrillen - cannelures. İp inişi yaparken ipinizi tuzağa düşürüp takılmasına neden olacak acayip dalgalı oluşumlar.

Wendennebel - Wenden sisi: günlük gelen, kalın, kurşungeçirmez, tüm iletişiminizi bozar.

Seil! - İp! Genelde sisin içinden beyhude bir bağırış.

Stand! – İstasyondayım (spagettiye dönmüş çöp halindeki perlonlardayım)

Hohle - bir niş (çömelmeye uygun)

Stange - (hak edilmiş) bir bira