BDK_Banner.jpg

Artık 40'lı yaşlarda olan editörlerimizden Burak Özdoğan, 15 sene aradan sonra tekrar dağcılığa dönmeye heves ediyor. Yüksek Tatra dağlarının en popüler rotalarından birine, bir klasiğe, Hokejka'ya gidiyor. Ve partneri Miroslav ile yer misin yemez misin bir 'Hoşgeldiniz'le o sefil deneyime buyur ediliyor.

Editörün Notu: Hikayede kullanılan tüm fotoğraf ve videoların kredileri Burak Özdoğan ve Miroslav Piroh'a aittir.

Ružomberok

Bi laf atmam lazım!.. Kesin!.. Göz göze gelip gelip, bakışları kaçırıp kaçırıp nereye kadar! Olmaz! Eninde sonunda tren duracak; kız inip gidecek; belki ömrü billah bir daha göremeyeceğim.

“Affedersiniz?”

Kızın kalem gibi parmakları pat pat pat telefonunu tuşlarken ansızın durdu (Acaba erkek arkadaşıyla mı mesajlaşıyor?). İncecik kaşları kalktı, kahverengi gözleriyle resmiyet dolu gülümsedi. Aramızda daracık bir masa var. Masanın üzerinden bana doğru nezaket mesafesi bırakana kadar hafifçe eğildi:

“Evet?”

Sesi ince. Berrak. Teni karamelli dondurma gibi... Burnu ananaslı Haribo... Dudakları da ne kadar minik! Öpüşsek, ağzımın içinde kaybolur gider herhalde… Ulan! Ne hayvan bi herifim! Ne hayvan!

“Acaba biliyor musunuz, bir sonraki istasyon hangisi?”

İşaret parmağını dudağına koydu. Hmmm’ladı. Sol omzumun üzerinden gerilere, kompartımanın öbür ucuna doğru gözlerini kıstı:

“Žilina!”

Başımı çevirdim. Dönüp arkama baktım: Tepede dana kadar bir ekranda “Bir sonraki istasyon Žilina” yazıyordu. Çekçe. Çekçede ‘Ž’ler ‘J’ diye okunuyor.

Kız, Žilina’da indi.

O gidince Prag’dan beri beş saattir doldurduğu koltuk da plaksız bir gramofon gibi sağır kaldı.

Tüm haftanın Cuma akşamına birikmiş yorgunluğuyla alnımı pencereye yasladım. Tepeler yükselip alçalıyor, yemyeşil çayırlar uzayıp gidiyordu... Arada sırada otlayan, hoplayıp zıplayan ceylan sürülerini görüyor, kocaman gülüyordum. Üzerindeki köprülerden geçtiğimiz şırıl şırıl ırmaklara bakarken üstü başı çıkarıp içine dalasım geliyordu. Öylece, cillop gibi demir yolunda ilerlerken düşünmeden edemedim: Neredeyse on sene oldu, hâlâ alışamadım bu Avrupa manzaralarına.

Tren saat 20.35’de tiz çığlıklar atarak Ružomberok’ta durdu. Slovakya’nın kuzeyinde, yemyeşil Tatra dağlarının altında, otuz bin nüfuslu bir kasaba... Çantam sırtımda, elimde hediye poşetim indim. Gökyüzü laslacivert. Parıldayan üç beş yıldız… Hava bulutsuz; serin… Tren peşim sıra tıslıyordu, peronda sürüklenen bavul tekerlerinin tıkırtıları sağlı sollu... Platformun sundurmasına dizili floresanların aydınlattığı kalabalığı birkaç kez taradıktan sonra nihayet bodur boylu, kotlu gömlekli arkadaşımı ayırt edebildim: Miro! Prag’dan tanıştığım Slovak arkadaşım, tırmanış partnerim Miro. Tam adıyla Miroslav.

“Merhaba Burak!” Ölçülü bir tebessümle uzattığı kemikli elini sıktım. Bürokratlar gibi tokalaştık. Sıcaktı; ama her zamanki gibi bir mesafesi vardı. Yapısı öyle onun! Alabildiğine ciddi… Ağırbaşlı... Sululuğa zerre prim veremeyen… Kelimeleri gayet idareli harcayan, duygularını açığa çok nadir ve ölçülü vuran, ne coşkusunu ne korkusunu belli eden… Hani poker bilip de oynayacak olsaydım sırf suratındaki okunamaz ifade ile muhtemelen bütün birikimimi donuma kadar alır, beni masadan gözü yaşlı gönderirdi; o derece ruh rengini perdeleyebilecek kabiliyette biri! Öte yandan aşıladığı güven duygusuyla günbegün bir dostluğa evrilen arkadaşlığımızın Slovak kutbuydu Miro.

“Ne o? Zayıflamışsın Miro?” diye laf attım; harbiden de o hafif göbek gitmiş gibiydi. Nazikçe elimdeki poşeti almıştı; istasyonun otoparkına doğru adımlıyorduk. Takılmadan edemedim: “Nikâh yaramış sana, belli!” Gülümsedi. Çok değil birkaç hafta olmuştu daha evleneli… E nihayet! İki yaşında kızları bile vardı! Gerçi buralarda çok moda bu; önce çoçuğu yap, sonra nikâhı. Kendi aralarında mütevazı bir düğün yaptılar. Düğün mütevazıydı da… Nikâhı öyle orijinal kıydılar ki onu da birazdan anlatacağım.

“Kilom aynı,” dedi; yürüyüşünü hiç bozmadan konuşuyordu. “Artık sadece slim-fit giymeye başladım. Ondandır.” Eklemeden de edemedi:

“Fakat bu ara pek çok kişi aynı şeyi söylüyor.”

Miro ile ilk karşılaşmamız iki yıl kadar evveline dayanıyordu. 2014 senesine. Prag’da… İş çıkışından sonra bir akşamdı... Müdavimi olduğum hangar kadar devasa tırmanış salonunun nispeten kuytu sayılabilecek bir köşesinde otomatik emniyet aletine bağlanmış tek başına bir rotayı çalışıyordu. Uzaktan dikkatimi çekti. Zorlandığı bir hamleyi deniyor, düşüyor; tekrar deniyor, düşüyor; ama vaz geçmiyordu. Beceremediği rota kilidine âdeta kızgın boğalar gibi tekrar tekrar tos atan o yalapşap tırmanıcılarla zerre alakası yoktu. Daha ziyade işini tam konsantrasyon ile yapan, duygularının şalterini indirmiş bir mühendisi andırıyordu. Her başarısız denemesinin ardından bakıyordum: Yüzünde tek bir çizgi oynamıyordu. Buraların tırmanıcıları arasında trend olan kare pantolonlardan giymişti. Toz içindeki parmakları özenle tek tek bantlanmıştı. Tırmanış açısından belki bir dezavantaj: Boyu kısaydı. Cüssesi de kalın. Hani kestirmeden ille de birine benzet derseniz kebabın dozunu azıcık kaçırmış genç Naim Süleymanoğlu derdim. İlkin ben mi ona laf attım, yoksa o mu bana hatırlayamıyorum. “Denemek ister misin?” ya da “Ben de bi deneyebilir miyim?” gibilerinden bişiydi... Peşinden… O gün bugündür beraber tırmanır olduk. Antrenmanları birlikte yaptık, Frankenjura da dâhil farklı farklı tırmanış bahçelerinde tırmandık. Birbirimizi cesaretlendirdik; gazladık! E tabii bi de… birlikte tırmanan herkeste olduğu gibi bizim de aramızda tatlı bir rekabet hep vardı. Böylece Prag’a göçtüğümden bu yana seneler sonra nihayet ilk kez gönül rahatlığıyla ‘tırmanış partnerim’ diyebileceğim bir arkadaşım olmuştu! Lakin henüz tam anlamda gerçek bir dağda, ölüm riskinin daha fazlaca olabileceği bir uzun duvarda partnerliğimizi sınamamıştık.

Vites, bir iki üç derken ana yola çıktık. Miro’nın ayağı mütemadiyen gaz pedalındaydı, ezberden yapılan kıvrak manevralarla ilerliyorduk. Doğup büyüdüğü yerlerdi. Bu Slovak yollarını avcunun içi gibi biliyordu. On beş dakika sürmedi; kasaba merkezini ardımızda bıraktık. Bir yanında demir yolunun, öbür yanında tek katlı mütevazı binaların uzandığı tek tük lambayla aydınlanan sokakta karanlık dallarını şemsiye gibi açmış bir ağacın altında otomobilimizi park ettik. Aklıma bir şey daha geliverdi:

“Miro… Peki, telsizleri şarj etmiş miydin?”

“Güzel soru. Hayır. Unuttum.”

Unutmuş? Miro gibi sağlamcı, kuralcı bir adam hem de? İşte bunu da duyunca artık hepten işkillendim. Vardı bi durum… “Rotanın toposuna da bakmadım.” demişti gelirken: “Bu sefer hiçbir hazırlık yapmadım Burak; hiçbir şey okumadım rota hakkında.” Teknik malzemeleri bile daha kutusundan çıkarıp ayırmamış. Yüzümde beliren hayal kırıklığı ile karışık şaşkınlığa bakma zahmetine girmeden “Sorun değil,” dedi; el frenini çekti, “Bu gece yatmadan evvel toparlarız çantaları.” otomobilin kapısını kapattı. Miro düpedüz ezber bozuyordu… Yarı şaka yarı ciddi kestirmeden sordum:

“Geçen seferki denemizde çok daha istekliydin sanki?.. Ama bu sefer… Gergin misin sen biraz?”

Güler yüzlü bir ciddiyetle sustu.

Uzaklarda Choč(Hoç) dağlarının silueti lacivert göğün altında ufku boydan boya kaplıyordu. Şalgam lâhanası ekili bahçeyi tek kat müstakil bir eve uzanan adım taşlarından geçtik. Evin kapısında karşıladılar. Yamuk yumuk Çekçem ile Miro’nun anne ve babasıyla tokalaşıp selamlaştım. Handiyse bir ayakkabı kutusu kadar köpecikleri gene heyecandan üstüme başıma hoplayıp duruyordu. Artık taze bir gelin olan Martina ile sarıldık öpüştük; ayaküstü bir hoşbeş faslı… Minik Sofi annesinin bacağının arkasına sinmiş maviş maviş bakıyordu; sapsarı saçları, yuvarlak düz yüzü, ciddi ifadesi… bence tıpkı babası! Sofi’ye, hediye poşetimden çıkardığım kukuletalı ayıcığı uzattım. Almadı. Çekçede de Slovakçada da “Hayır!” anlamına gelen “Ne! Ne! Ne!” feryatlarıyla öcü görmüş gibi pır içeri kaçtı. Sofanın soluk duvarlarında yarı tabii yarı suni kahkahalar yankılandı. Miro’nun güler yüzlü annesi, «Yerini biliyorsun Burak» anlamına gelen el kol hareketleriyle içeriyi işaret etti.

Sırt çantamı Miro’nun çocukluk anılarıyla dolu arkadaki odaya indirdim. Ertesi gün şangır şungur üzerimizde sallanacak malzemelerin dolu olduğu şeffaf plastik kutular odanın bi kenarında öylece duruyordu. Yanında naylon poşetlerinden çıkarılmamış iplerimiz... Duvara çakılı ahşap raflarda Miro’nun yaptığı yıllanmış maketler gene gözüme takıldı: Kimisi rengi solmuş kartondan, kimisi Lego’ya benzeyen bişilerden… Vinçler, kamyonlar, uçaklar... Biblo gibi diziliydiler.

Tertemiz yatağın üzerine ıvır zıvırımı dökülmeye başladım.

* * *

“Nasıl gözüküyor?”

Miro, sofranın bi kenarına koyduğu dizüstü bilgisayarına pür dikkat eğilmişti. Ekran tablo ve grafiklerle süslenmiş hava raporlarıyla kaplıydı. Norwegian, Aladin, Google, türlü lokal kaynaklar... Tek kelime etmeden tahminleri inceliyordu. Dudağını büzmesinden, burnundan uzun soluklar üfürmesinden tatsız olduğunu anladım. Canım sıkıldı. Çok değil, daha bir ay evvel neredeyse ta rotanın dibine kadar gidip dağı yutan kurşuni bulutları görünce kuzu kuzu geri dönmek zorunda kalmıştık. Aynı şeyi tekrar yaşamak, hele hele rotanın üzerindeyken sağnağa yakalanıp da perişan olmak ihtimali... Tereyağlı sucuklu esmer ekmek diliminden bir ısırık daha aldım.

Sofranın kısa kenarında Miro’nun babası oturuyordu. Ayakucundaki ufak sırt çantasını ağır ağır dolduruyordu. Ertesi gün şafak vakti yollanıp bir grup arkadaşıyla Choč dağlarının zirvesine, 1.611 metre rakımlı Veľký Choč’a tırmanacaktı. Kır saçları, benek benek yüzü… Yaşı vardı, belli; ama çakı gibiydi.

Beyaz yer karoları döşenmiş, duvarları beyaza boyanmış alabildiğine alçakgönüllü mutfağın kapısı üzerindeki haça gözüm takılıverdi. Büyük ihtimalle yurt dışına yerleştiğimden beri ilk kez içerisinde haç gördüğüm bir evdi bu. Slovaklar, Çeklerin aksine ateist ağırlıklı değiller; Katolikler. Pat! Pat! Pat! Miro dikkatimi çekmek istercesine işaret parmağını ekrana vurdu, “Belkiiii…” diye mırıldandı:

“Öğleden sonra az da olsa yağmur yeme ihtimalimiz var Burak.”

Sesinin tonu nötrdü; çoğu kez olduğu gibi. Fakat ifadesinde isteksizliğe yorduğum bir şeyler sezinliyordum. Tepkimi vermeden evvel Miro’nun babasını bekledim. Bir kez daha yarılanan şarap kadehimi dolduruyordu –Miro asla sudan başka bir şey içmediği için sofrada şarap içen tek ben vardım. Kadehim dolarken sofranın gerisinde, duvara dayalı divanda kucağında Sofi ile oturan Martina ile göz göze geldik; pür dikkat bizi dinleyen kızcağızın bakışlarında tedirginlik görür gibi oldum. Çöken karamsar havayı dağıtmak istercesine omuzlarımı silktim. Büyütecek bir durum yokmuş manası vermeye çalışarak avurduma yuvarladığım lokmanın izin verdiği ölçüde “Gidip göreceğiz artık.” dedim. O kadar yol gelmişim… Masa başında vazgeçmek, sonra üçüncü kez tekrar aynı dağa tırmanmak için Slovakya’ya gelmek… Hiç niyetim yoktu! Rotanın dibine kadar gitmeli; gitmeli ve orada görmeliydik diye düşünüyordum. Oldu oldu olmadı olmadı. Miro ile birbirimizi tartar gibi bakıştık. Onaylarcasına ağır ağır başını salladı. Sonra: Trak! Dizüstü bilgisayarını kapattı.
Şarap kadehini kafama diktim. Müsade isteyip yatmaya gittim.

Lomnický Štít (Lomnitzki Şitiit)

Ertesi gün. Saat sabah on suları… Üzerimizde sallanan metal malzemelerin her hareketimizle şangır şungur bir tınıya dönüştüğü adımlarla Lomnický Štít’in eteklerinde derin bir uçurumun kenarına doğru yükseliyorduk. Yamacın yukarılarından bir şal gibi aşağı süzülen beyaz bir sis tepemizi örttüğünden Tatraların 2.634 rakımlı güzel zirvesi gözükmüyordu. “Ne taraftaaan?” Miro’nun seslenişi gerilerden boğuk bi şekilde geldi. Durdum; ayaklarımın altında bir sörf tahtası gibi oynayan kaya parçası üzerinde dengemi bulup baktım. Belli belirsiz seçebiliyordum onu. Kolumu sallayarak işaret ettim: “Bu tarafa! Bu tarafa!”

Lomnický Štít esasen Yüksek Tatraların 2.500 metreyi aşan yirmi dokuz tepesinden boy sırasında ikinci. Tatraların doruğu 2655 rakımıyla Gerlach; o da yaklaşık 6,5 km kadar güney batıya düşüyor. Slovakya’nın kuzeyindeki Yüksek Tatralar aynı zamanda Polonya sınırı. Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Macaristan, Ukrayna ve Romanya olmak üzere altı ülkenin topraklarına yayılan Karpat dağlarının bir parçası olan silsile milli park statüsünde. Yaklaşık 767 kilometrekarelik bir alana sahip (Aladağlar Milli Parkı 550 kilometrekare.).

Uçurumun kıyısına vardık. Kör bir satırla kesilmişe benzeyen zeminin kenarından başımı usulca uzatıp aşağılara baktım. Şimdi ya uzun uzun iplerimizi açıp yüz-yüz elli metre kadar buradan aşağı inecektik ya da… İkinci seçeneği tercih ettik: Sarp kayalara peş peşe takıştırılmış o tunç rengi gevşek zincirleri tuta tuta, imkân bulduğumuz ölçüde kendimizi emniyete alarak uçuruma daldık. Miro önde ben peşinde dağın öbür tarafında gözden kaybolduk.

Lomnický Štít Tatraların en yüksek zirvesi olmasa da şahlanan haşmetiyle Gerlach’dan daha fazla albeniye sahip; çok daha popüler. Çok daha turistik! Zirvesinde bir kafe hatta üç dört odalı küçük bir otel bile var. Otoparktan dağın doruğuna kadar çıkan peş peşe teleferik hatları mevcut –ki biz de bir noktaya kadar böyle yükseldik. On bin sene evvel tüm Tatraları kaplayan buzullar, çekilirken Lomnický Štít’in üç tarafını dağcılar için âdeta özenle yontmuş. Kütlenin Kuzey Doğu, Güney ve bilhassa Batı yüzleri tırmanıcılar için macera yuvası! Zaten bizim de kafaya koyduğumuz tırmanış, işte dağın bu Batı yüzündeki otuzdan fazla rota arasında o en meşhur olanı: Hokejka (Hokeyka). On ip boyu uzunluğunda. Bir tanesi VI olmak üzere genelde V+ zorluk derecesinde giden serbest tırmanış pasajların olduğu, belki A1 zorluğunda yapay tırmanış da gerektirebilecek yaklaşık 300 metrelik –yani Boğaz Köprüsü’nün tam orta yerinden denize inen mesafenin kabaca beş katı kadar- bir hat. Ta 1950 senesinde çıkılmış ilk kez! Slovakya’nın Çekoslovakya olduğu zamanlarda… František Plšek ve Václav Zachoval o dönemin şartlarında bu harikulade granit yüzeyde tarih yazmışlar. Günümüz koşullarında düşünüldüğünde elbette zor değil… Ama hem Çek hem de Slovak tırmanıcıların hayallerini süsleyen gerçek bir klasik!

Miro, yukarılardan kopup dökülmüş büyüklü küçüklü kayaların zamanla doldurduğu dik meyilde stop etmiş üstünü başını değiştirmeye başlamıştı. Görebiliyordum. Benim oyalandığımı fark edince uzaktan “E haydi! Haydi!” der gibi bişiler yaptı eliyle koluyla. Soluklanıyordum; dağı örten sis bir an için açılınca başımı kaldırmış, ilk kez çıplak gözle bütününü görebildiğim heybetli batı duvarını seyrediyorum. Gerçekten çok güzeldi! Kayaların üzerinde benek benek üreyen likenler orasına burasına altın suyu serpilmiş granit bir tuval havası veriyordu duvara; girintileriyle, çıkıntılarıyla, çatlak sistemleriyle yüreğimdeki tırmanma iştahını kamçılıyordu! Ve… A! İşte! Ta orada, duvarın ortalarına doğru… Hakikaten de tıpatıp sapı üzerine dikilmiş dev bir hokey sopası! Sopanın bıçağına benzeyen o şeyse esasen devasa bir balkon. Vay be! İşte bizim Hokejka… Çekçe Hokey Sopası demek. HokeYka diye okuyorlar. Rotaya daha da dikkatli bakınca bir… iki… üç tırmanış ekibi daha fark ettim rota üzerinde. İlk ekip epey yukarılarda. Öbürü rotayı çoktan yarılamış; bir diğeri de rotanın ilk yarısında. Demek oluyordu ki aynı rota üzerinde altlı üstlü dört ekip olacaktık! İlk kez başıma geliyordu. Heyecanım kabardı; «Miro ile hızlı tırmanırız kesin; ilk ekibi geçer hatta ikinci ekibi bile yakalarız belki » gibi pembe düşlerle koşar adım tekrar yürümeye başladım.

Bilirsiniz: Bir tırmanışı evde kanepeye uzanıp düşlemekle hatta tırmanacağınız hattı nispeten güvenli uzak bir noktadan çıplak gözle tartıp biçmekle o tırmanacağınız rotanın dibine gidip, ayaklarınızın üzerinde durup başınızı kaldırıp yukarı bakmak arasında dünya kadar fark vardır; en azından benim gibi arada sırada dağlara gidenler için bu böyle olsa gerek. Kendinizi içine bırakmak üzere olduğunuz o hiçbir şeyin garantisi olmadığı macera Demokles’in kılıcı gibi kafanızın üstünde sallanırken bütünlüğünüze tuhaf bir ağırlık çöker. Ölü toprağı gibi… Ne Miro ne de ben, ikimiz de tek bir kelime etmeden kuzu kuzu hazırlanıyorduk. Zaten mutlak bir sessizliğin hüküm sürdüğü dar vadinin içinde şimdi hepten buz soğuğu bir sükûtun basıncı hissediliyordu. İpler açıldı. Düğümler bağlandı. Yürüyüş ayakkabıları çıkarılıp belimize asıldı, tırmanış ayakkabıları giyi…

“İlk ip boyunu ben gidebilirim Burak…”

Samimiyetini tartmak için şaşkınlıkla Miro’ya baktım. Gözleri başka taraftaydı. Nasıl bir tepki vermem gerektiğinin tereddüdüyle dolu o kısa sessizliğin içinde ta yukarılardan bir yerlerden dişil bir sesin Slovakça yankısı vadi duvarlarında gitti geldi; tepemizdeki ekiplerden birinde bir kız tırmanıcı vardı demek ki. Kızın zorlandığı anlaşılıyordu.

“Emin misin Miro? Biliyorsun... Değişmeli tırmanacağız. Eğer ilk ip boyunu sen gidersen otomatik olarak bütün zor ip boyları bana kalacak?”

Hokejka’yı tırmanmak Miro’nun fikriydi; daha benle tanışmazdan evvel onun hayaliydi. Benim Hokejka’ya karşı hiçbir duygusal bağım yoktu; yıllar sonra dağcılığa, uzun duvar tırmanışlarına dönüşümü sembolleştirecek olması dışında rota özelinde hiçbir bir derin anlam ifade etmiyordu Hokejka. Sadece tırmanmak ve başarmak istiyordum. Oysa Miro için durum farklı olmalıydı… O yıllardır arzuladığı HOKEJKA’yı tırmanmak istiyordu! Rotanın aromatik özünü oluşturan görece tüm zor pasajları Miro’nun tırmanacağı fikrini daha işin en başında doğallıkla kabullenmiştim. Şayet bu bir onursa, bu düpedüz onun hakkıydı…

“Evet,” dedi; “Sorun değil.” kestirip attı. Bağlandığı iplerin düğümünü sıkılaştırıyordu; dönüp de bakmadı bile. Zihni bambaşka bir yerlerde bambaşka bir şeylerle meşgul gibiydi. Tekrar sormadım. Kendi üzerime takmak için hazırladığım tüm yaylı takozları ona uzattım.

Saat 11:30’u gösteriyordu. Miro’nun iki eli de kayada olmasına karşın ayakları hâlâ yerdeydi; tüm tırmanışa start verecek o ilk hamleyi dakikalar geçmesine karşın henüz yapmamıştı. Ben birkaç adım gerisindeydim; emniyetini almak için hazır halde çıt çıkarmadan seyrediyordum: Üzerinde onu ilk gördüğüm günkü gibi kırmızı kare pantolon vardı. Bel kemerinden sağlı sollu sarkan emniyet malzemelerinin, yürüyüş ayakkabılarının ağırlığı pantolonu aşağı çekiyordu. Simsiyah polar üstlüğü, bembeyaz kaskı... Başını kaldırmış, alçalarak yoğunlaşmakta olan sisin içine doğru kaybolup giden dik kayalıkları süzüyordu. Ara sıra alıp verdiği derin soluklarındaki gergin vibrasyon ortamın mutlak sessizliğinde o kadar aşikârdı ki... Kızını mı düşünüyordu acaba? Eşini falan… Her şey olabilir… Neden sonra ansızın kafasındaki tüm vesveseleri tükürürcesine “Huh!” diye üfledi: “Pekâlâ…” dedi, “Gidiyorum!” Üzerindeki malzemelerin şıngırtısıyla birlikte tırmanış ayakkabıları peş peşe yerden kesildi. Sağ ayak, sol ayak… Birkaç hamle yapıp yükseldikten sonra omzunun üzerinden seslendi: “Yalnız lütfen dikkat et Burak. Pek iyi hissetmiyorum ben...”

Sesime sanki alelade bir şeyden, hani mesela Sezar salatadan bahsediyormuşçasına gayriciddi bir tonlama katmaya çalıştım: “Merak etmeeee! Haydi! Yürü! Biraz tırmanıp yüksel; açılırsın!”

Açıldı da.

Yaşı gençtir benden Miro’nun. Sekiz yıl kadar. Tırmanışa başlayalı sadece üç dört sene olmuştu. Benimse iyi kötü on dokuz senelik bir tırmanış geçmişim vardı; dağlarda da az çok yaşanmışlıklarım vardı. Oradan biliyordum; ilk başta biraz böyle oluyor; bi tutukluk yaşıyorsun… sonra tırmandıkça insanın hem kasları hem de kafası soğuk bir motorun ısınması gibi açılıyor. Saatin tik taklarıyla birlikte bir tür tırmanış makinasına başkalaşıyorsun; o baştaki endişelere, altındaki boşluğa karşı duyarsızlaşıyorsun. Miro da tırmandıkça açıldı; emniyet aletlerini tutarlı bir şekilde döşeye döşeye yükseldi, tepemizde asılı duran sisin içinde silikleşti, silikleşti... gözden kayboluverdi. İki elimle kavramakta olduğum dağcılık iplerinin istikrarlı titreşimden Miro’nun gayet akıcı bir şekilde tırmandığını anlayabiliyordum. Yirmi beş dakika kadar sonra telsizden sesini işittim: “İstasyondayım! Emniyetimi bırakabilirsin! Tırmanmak için hazırlanmaya başla!”

Hayatımda ilk kez granitte tırmanıyordum sanırım. Hissiyatı kireçtaşından farklıydı. Tutuşu çok güzeldi! Parmakları acıtmıyordu. Paralel çatlaklı yapısı yaylı takozlar için biçilmiş kaftandı! Ben, artçı olmanın verdiği güvenlik duygusuyla düşmekten korkmadan Miro’nun geride bıraktığı ara emniyetleri söke toplaya hızla ve hazla yükseliyordum. Beş metre... On metre... Yirmi metre derken yerden kırk metre kadar yukarılarda bir yerlere geldiğimde sürpriiiiz: Gök gürledi! «Nasıl ya? Yağmur mu geliyor?» diye tüm tadım kaçıverdi fakat gürültü susmak şöyle dursun anbean daha da şiddetlenerek her tarafta gümbür gümbür yankılanmaya başladı. Dağ üstümüze mi yıkılıyor? Var gücümle haykırdım: “NE OLUYOR? NE OLUYOR! BU NE?” İki yana açılı bacaklarımın arasından aşağıya baktım: Altımda köpür köpür kalın bir toz bulutu şişerek vadinin aşağılarına doğru uzuyordu. Koca koca taş bloklar birbirlerine çarpa çarpa altlı üstlü yuvarlanarak az evvel Miro tırmanırken beklediğim noktadan kalabalık bir boğa sürüsü gibi geçip gittiler… Sonra tok ve derin bir sessizlik ortalığı kapladı. Miro’nun cızırtılı sesini işittim telsizden: “Sen iyi misin?”

Saat 13:30 sularında ikinci ip boyunun sonuna ulaştık. Bütün ip boylarının sonunda önceden çakılı pırıl pırıl ikişer bolt olması bizi emniyet noktası aramak derdinden kurtarıyor bize zaman kazandırıyordu. Buna rağmen gene de yavaş sayılırdık. İp boyu başına ortalama bir saatlik efor benim tahminimden çok daha uzun bir süreydi. ‘Olsun; tırmandıkça hızımız nasılsa artar.’ diye düşündüm. Daha işin başındaydık hem! Tasa etmedim.

Miro üçüncü ip boyunda planladığımız hat yerine sola doğru zikzak giden ve altımızdaki puslu boşluğun ürkütücülüğünü daha az hissettiren bir varyantı tercih etti. Bağlı olduğum yardımcı ipe ağırlığımı verdim. Dikildiğim o dar bir kütüphane rafından hâllice setin üzerinde Miro’nun emniyetini alırken tatlı tatlı çiselemeye başlayan yağmurda ıslanıyordum. Sürekli bir sis bulutunun koynunda tırmandığımız için belli bir noktadan sonra birbirimizle göz temasımız kayboluyordu; kâh bağırarak kâh telsizi kullanarak iletişim kuruyorduk. Arada sırada bizden daha yukarıda tırmanan ekibin kendi içindeki seslenişlerini işitebiliyorduk. Sisin içinde onları göremiyorduk ama gayet yakından geliyordu sesleri. Sarp bir duvarın ortasında yalnız olmadığınızı bilmek, yukarılarda bir yerlerde birilerinin daha benzer duygularla yüzleştiğini bilmek insanın içini ısıtmıyor değil…

Merakla saatime baktım. Otuz beş dakika! Güzel! Üçüncü ip boyunu çok daha çabuk tırmanmıştık işte! İstasyonun organizasyonu olsun; malzeme tanzimi, değiş tokuşu olsun elimiz gitgide alışıyordu; kendimizi birbirimizle akort etmeye başlamıştık. Gitti üç, kaldı yedi ip boyu! ‘İşte şimdi bu hızımızı korursak rahat rahat rotayı bitirir, akşam 19:30’daki son teleferik de istasyondan ayrılmadan önce zirveye ulaşırız.’ diye hesap ettim. Zirvedeki turistik kafede elmalı kekimizi yiyecek, kapuçinomuzu içecek sonra da teleferiğe atladığımız gibi otoparka inecektik. Keyfim yerindeydi. Kameramı çıkardım, kısa bir video çektim. Askıda olduğum yerden yarım metre kadar altımda kırık bir merdiven basamağını andıran çıkıntıda dengesini bulan Miro objektife teklifsizce gülümsedi, yumruk yaptığı elinde başparmağını kaldırıp: ‘Her şey yolunda!’ manasında selam çaktı. Ne çiselemekte olan yağmuru, ne de altımızdaki derin uçurumu örten ve anbean koyulaşarak yükselen bulutu tasa ediyorduk. Henüz tırmanışın yarısında bile değildik hâlbuki. Üstelik zor etaplar da yukarıda bir yerlerde beni sınava çekmek için bekliyordu. Ne var ki içim rahattı. Gözümde büyütmüyordum. Hayır! Üstünlük duygusundan falan değil salt yeterlilik duygusundan. Kırk yaşındaydım; ama buna karşın gerek fiziksel gerek zihinsel olarak kendimi daha evvel hiç olmadığım kadar formda hissediyordum. İyi hazırlanmıştım: İki yıl kadar evvel beni yepyeni bir hayat kurmaya iten o travmatik boşanma sürecinde spora sımsıkı tutunmuştum; âdeta bana merhem olmuştu. Hayatımın hiçbir evresinde yapmadığım kadar deli gibi koşuyordum, tırmanıyordum, yüzüyor, egzersiz yapıyordum; sağlıklı besleniyordum… Dışımdaki ben’i kontrollü bir şekilde yıpratırken içimdeki ben de yeniden yapılanıyordu. Hokejka’ya gelmeden evvel yıllık iznimde Türkiye’ye gitmiştim; on beş yıl aradan sonra tekrar Aladağlar’a! Bir klasikte, Parmakkaya’da kendimi sınadım. Kâğıt üstünde Hokejka’nın en zor pasajlarından daha zor olan doğal kuleyi on beş sene aradan sonra zerre sıkıntı yaşamadan tırmandığımı görünce ikna olmuştum: Kesinlikle formdaydım! Bedenen de, zihnen de… Hazırdım! Hokejka daha nice tırmanışlar için sadece bir başlangıç olacaktı! Deneyimime güveniyordum!

Lakin... Lakin...

Beşinci denemem de başarısız oldu. ‘Allah kahretsin!’ Kendimi kapana kısılmış gibi hissetmeye başlamıştım; maddi manevi anbean tükeniyordum: Bacaklarım pergel gibi iki yana açıktı, sol elim iyi kötü bir şeyleri kavradığı halde sağ elimin orta parmağıyla alabildiğine yana uzanmaya çalışıyordum: Ters dönmüş sipsivri bir papağan gagasını andıran o iğnemsi tutmağı adamakıllı kavrayabilmem için ihtiyacım olan şey sadece bir santimetre daha idi! Parmağımın ucu değiyordu... Ne olur ya! Tek bir santimetrecik daha! Gri yüzeydeki yaklaşık yedi metrelik bir yan geçişin son hamlesiydi bu; güle oynaya gelip âdeta kapıda kalmıştım; kilitliydi, geçemiyordum. Ne denersem deneyeyim beceremiyordum. Gözlerim yarım metre sağımda beni bekleyen o kocaman tutmak basamaklardaydı; dağın zirvesine devam eden bir otobana giriş gişeleri gibi gözüküyorlardı. Çaresizlik içinde mırıldandım: “Miro… Yapamıyorum… Düşmekten korkuyorum buradan.” Beni belki duydu belki duymadı. ‘Bu nasıl bir V+’ıydı! Beş artı yahu!’ Niye bu kadar zordu ki? Anlam veremiyordum; kafamın içinde sorgulayıp duruyordum. Yukarılarda beni bir balkon geçişi ve buradan daha zor pasajlar bekliyordu! Bir an aklımdan Miro’ya, ‘Ben pes ediyorum, yanına döneyim; gel bir de sen dene şunu!’ demek geçti. Gerçekten de! Başımı çevirip sola, aşağıya doğru baktım. Asılı olduğu yerden emniyetimi aldığı halde öylece beni seyretmekte olan Miro’nun koyu gözlerinde bir işaret aradım; yoktu: Ne cesaret kıran ne de cesaret aşılayan, buz kaplanmış derin bir sessizlik sadece... Kucağına yatırdığı tırmanış ipleri duvara dimdik dayadığı bacaklarından sağlı sollu sarkıyordu. Elindeki emniyet aletinden uzayan tırmanış ipleri yerleştirdiğim bir iki yaylı takozun ardından klip yaptığım Nuh nebiden kalma boktan bir pitondan epey sonra bende noktalanan düğümle buluşuyordu. ‘Deniyorum! Elim kayıyor, düşüyorum, havada bir müddet uçuyorum, trink! sesiyle o eski sikke çakıldığı yerden kızarmış tost ekmeği gibi fırlıyor, sonra ben kayalara çarpa çarpa fırıldak gibi dönerek Miro’nun epey altında bir yerlere savruluyorum. Ve...’ Yok-Yok! Bu düşünceleri, bu korkutucu görüntüleri hemen savuşturdum. Kedi gibi kayaya yapışmış beklemenin de manası yoktu; yapılacak şey ortadaydı: “Miro! Gidiyorum ben!” “Okey!” dediğini duydum. Kendimi hamleye hazırlarken “Yalnız bu sefer düşebilirim! Lütfen çok dikkat et!” diye uyarmadan edemedim, “Zıplayacağım! Hazır ol!” Bir ip cambazının son numarasını yapmadan evvelki o nefeslerin tutulduğu sessizliğin içinde nabzım öylesine güçlü atıyordu ki alabildiğine uzanabilmek için neredeyse yanak yanağa göğüs göğse geldiğim kayayı kalp atışlarımın dövdüğünü duyumsayabiliyordum. Sol elimi bıraktım; gövdem kopan bir yay gibi hareketlendi, bir an için iki elim de hiçbir şeyi tutmaz oldu, ayaklarımın parmak ucunda hafifçe sağa doğru sıçradım. Önce orta parmağımla kavradığım o gaga biçimli tutamağı öbür parmaklarım da teker teker sapasağlam kavrarken bacaklarım ve emniyet kemerimde sallanan tüm metal malzemeler zıplamanın süratiyle sağa doğru savruluyordu. ‘Oldu bu iş!’ Miro’nun biriken stresin yoğunluğuyla püskürttüğü rahatlama kahkahası kulaklarımda çınladı.

Beşinci ip boyundaydık. Telefon susmuyordu; ısrarla çalıyordu! Miro yukarılarda bir yerlerde artık büsbütün ıslak olan kaya yüzeyinde kayıp düşmeden yükselebilme savaşı verirken bir yandan da sırt çantasında endişeli endişeli çalan telefonun manevi ağırlığını beraberinde çekiyordu. Arayan besbelli Martina olmalıydı... Fazla kıpırdayamadan bekliyordum. Kavradığım tırmanış iplerinin hissizleşmeye başlayan parmaklarımın arasından kaplumbağa yavaşlığındaki akışından Miro’nun kaygan zeminde tutunabilmek için hiç olmadığı kadar zorlandığını anlayabiliyordum. Şimdi, rotaya Hokejka ismini veren o meşhur hokey sopası oluşumun üzerindeydik. Sis nedeniyle görünmüyordu ama altımızda yüz elli metre kadar bir boşluk olmalıydı. Ben neredeyse donuma kadar sırılsıklamdım; pantolonum yağmur suyunu sünger gibi emmişti. Hareketsiz olmak iyiden iyiye vücudumu soğuttu; zangır zangır titremeye başlamıştım. ‘Haydi Miro! Al artık beni de yukarı! Haydi!’ Islık gibi bir vınlamayı duymamla kafamın trak’ diye sarsılması bir oldu. Miro bir yerlerden kırıp düşürdüğü kaya parçasının farkına varmamıştı bile. Kaskımdan sekti gitti. Tutunabilecek kuru bir yerler bulma ümidiyle Miro’nun çürük bir pasajı tercih ettiğini düşündüm. Kırmızı yağmurluğumu pıtır pıtır döven yağmur damlalarının dışında çıt çıkmıyordu. Artık yukarıdaki ekiplerin ara ara duyduğumuz bağırış çağırışları da kesilmişti; muhtemelen bütün zorlu etapları tırmanmışlar hatta belki de zirveye ulaşmışlardı. Hepten yapayalnız kalıvermiştik duvarın ortasında. Saatime baktım. Kalan mesafeyi düşündüm. Eğlencenin bizim için artık sona erdiği o kadar açıktı ki… Biraz sonra, Miro işini bitirip beni de yanına aldıktan sonra yukarıda bana kalacak zor ip boylarının ne ölçüde ıslak ve soğuk olabileceğini tahayyül etmeye çalışıyordum; sinirlerim geriliyordu. Telsizin mandalına bastım:

“Miro!” Cızırtılara karışmış belli belirsiz bir cevap geldi:

“Evet?”

“Bu koşullarda tırmanışa devam edebileceğimizden emin değilim ben.”

Tepkisini beklemek için telsizin mandalını bırakıp sustum. Yok! Herhangi bir karşılık gelmiyordu.

“Kaya vızır vızır kayıyor Miro… Tırmanmak neredeyse imkânsız. Üstelik çok vakit kaybediyoruz.” Bekledim. Bekledim... Bu noktada vazgeçmek demek, tırmandığımız bütün hattı yağış altında geri inmek, sonra dağın ta öbür tarafına dolanarak zirve sırtından vızır vızır kayan zeminde gece yarısı 1.200 metre aşağıya, otoparka kadar yürümek demekti. Bekledim... Bekledim...

“Başka seçeneğimiz yok.”

Sesinin tınısı gayet sakin, renksiz, dümdüzdü. Mesaj o kadar açık, duygulardan o kadar tıraşlanmıştı ki, benden nezaket gereği bile olsa bir onay beklemediğini anladım. Karşılık vermeyişim kabullendiğim anlamına geliyordu. Belki de duymaya ihtiyacım olan şeyi söylediği için rahatlamıştım. Dizlerimi karnıma çektim; daha az üşümek için iyice büzüldüm. Sanırım ilk o bekleyiş sırasında aklıma düştü: ‘Acaba buradan sağ salim eve dönebilecek miydik?’ Tuhaf… Ne annemi babamı ne sekiz yaşındaki oğlumu, kardeşimi ne de başka bir insanı... Sadece yeni aldığım mekanik klavyem vardı aklımda. Prag’taki minik kiralık dairemdeki daracık çalışma masamın üzerinde duruyordu. Tuşlarına her vuruşumda çıkan ‘Çıt! Çıt!’ seslerini, tuşların her birinde ayrı ayrı parıldayan sıcacık kırmızı ışıkları düşlüyor, bir an evvel eve dönmek ve yeni klavyemle yeni yeni öyküler yazabilmek istiyordum. Telsizden Miro’nun pürüzlü robotik sesi çınladı:

“Burak! İstasyondayım Hazırlan!”

Nihayet!

Altıncı ip boyu rotanın gerçek anlamda ilk zor ip boyuydu. Miro sırasını salmış olmanın rahatlığıyla kendi üzerindeki malzemeleri bana uzatıyordu. Kuzu kuzu aldım, sağıma soluma taktım. “Endişe etme Burak! İçimizde negatif eğimde tırmanma konusunda usta olan sensin! Yaparsın.” Lomnický Štít’in batı yüzüne uzaktan bakıldığında bir buz hokeyi sopasının bıçağına benzeyen balkon bütün çıplaklığı ile kafamızın üzerinden boşluğa uzanıyordu. On metre kadar yukarımızda… Sağ kenarından kıvrılarak o balkonun üzerine tırmanmak zorundaydım. Miro’nun cesaretlendirici sözleri inancımı tazeledi; içimdeki kendimi gösterme dürtüsünü kamçıladı. Güvenim tam bir şekilde başladığım tırmanış, dört beş dakika sonra balkonun altına ulaştığımda bir tür savaşa dönüştü: Sırılsıklam bir kaya yüzeyinde tutunabilmek savaşına. Ayaklarım bastığım çıkıntılarda peş peşe vızır vızır kayınca bacaklarım bir mancınıkla fırlatılmış gibi boşluğa savruldu; balkonun kenarındaki kitap sırtını andıran tutamakları sımsıkı tuttuğum halde öylece sallanırken buldum kendimi. Aşağıda benim düşüşümü yakalamak için gardını almış bekleyen Miro’yu gördüm, daha aşağısında ise gri bir sis tabakası… Toparladım. Fakat aynı duruma tekrar tekrar düşünce bir noktadan sonra artık parmaklarım daha fazla tutunamayacak kadar takatsiz kaldı. Hayatımda ilk kez bir uzun duvar tırmanışında pes ettim; altımdaki emniyet aletine bıraktım kendimi. Soluklandım. Sonra... Tekrar tekrar farklı alternatifleri denedim fakat her defasında kayıp düştüm. Neden sonra nihayet kendimce bir çözüm üretmeyi başarabilip bu sıkıntılı pasajı pestilim çıkmış bir halde geçtim. Devam eden metreleri tırmanırken gümbür gümbür çarpan yüreğimde daha çok öfke tarafı –biraz kendime, mağlubiyetime ve biraz içinde bulunduğum tatsız duruma karşı- ağır basan duygular egemendi. Miro’yu yanıma aldığımda onun da epey perişan durumda olduğunu gördüm. Balkonu geçerken ve sonraki pasajlarda pek çok kez ipe yatıp dinlenmek zorunda kalmıştı. Altıncı ip boyu bizi hakikaten darmaduman etti. Miro, yedinci ip boyunu lider tırmanmak için hareketlendiğinde –istekli olmadığını sezebiliyordum- cep telefonu tekrar ısrarla çalmaya başladı. Sırt çantasını açtım, aradım aradım ama bir türlü telefonu bulamadım çantanın içinde. “Bırak! Vakit kaybetmeyelim daha fazla” dedi. Bıraktım.

Yedinci ip boyunu da bir şekilde aştık. Daha da yıpranmış, acıkmış ve üşümüş haldeydik. Şimdi, sekizinci ip boyu beni bekliyordu: Sırılsıklam bir bacanın içine girerek başlayan, bir müddet tırmanıp bacadan çıktıktan sonra da VI+/VII- derecelik bir tırmanışı gene sırılsıklam bir yüzeyde tamamlamayı gerektiren bir hattı. Hokejka’nın en zor ip boyuydu. İçi kapkara vıcık vıcık bir mağaradan farksız gözüken bacayı bir müddet süzdüm. “Miro, olurda da burayı tırmanamazsam; tırmanamazsak en azından bu bacanın altında geceleyebiliriz belki.” Miro, bir an susup durumu düşündü tarttı: “Burak bence burada gecelemeye kalkarsak donarız. Eğer yağmur şiddetlenirse bu bacanın üzerinden bütün yağmur suyu üzerimize bir şelaleden farksız akar.” Haklıydı. “Doğru. Hazırsan gidiyorum o halde ben!” Başıyla evet anlamına gelen bi işaret yaptı.

Shit’lerin, Fuck!’ların havada uçuştuğu, homurdana homurdana oramı buramı cart curt sürte sürte içinden çıktığım baca tırmanışından sonra yüzleşmek zorunda kaldığım hafif negatif eğimli yüzeyde hepten kasaplık hayvana döndüm. Nasıl debeleniyordum, nasıl sövüyordum –sövmek de ne bildiğin anıra anıra küfrediyordum- bi ben bilirim. Elim ayağım kayıp da defalarca düştüğüm sikke Allah vere ki yerinden çıkmıyordu. Serbest tırmanmam imkânsızdı. Tutunabileceğim hiçbir şey yoktu kayada, her şey buz kadar kaygan ve üstelik buz kadar soğuktu da. Bir sonraki sikkeyi görebiliyordum yukarıda. Ondan sonrakini de… Bi sonrakini de… Birden aklıma bu pasajın yapay da geçilebileceği geldi. Normal koşullarda burun bükeceğim bu seçeneğe anne kucağına atlar gibi atladım. Neden sonra sikkeden sikkeye yükselerek –ki sandığımdan çok daha zor, saçma pozisyonlarda kayıp düşüşlerle dolu bir efor sonunda- istasyon boltlarına ulaşabildim. Miro’ya müjdeyi verdiğimde üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Zirveye giden en zor hattı da geride bırakmıştık. Yüz elli metre sonra rahata erecektik. Üstelik artık sıramı da salmıştım. Sonraki ip boyunu Miro lider tırmanacaktı. Ben dinlenebilirdim bundan sonra artık. Popomu sığdırabildiğim kadarıyla o daracık yere oturdum, sisin içinden çıkıp gelecek Miro’yu emniyetini alarak beklemeye başladım.

Epey sonra birkaç metre altımda beyaz kaskını gördüm.

“Burak?” Miro daha ben ‘efendim!’ diyemeden soluk soluğa devam etti: “Dokuzuncu ip boyunu tırmanma onurunu da sana vermek istiyorum!”

Çok ender rastlayabileceğiniz incecik gevrek bir gülücük belirdi Miro’nun dudaklarında.

“Ciddi değilsin sen di mi?” Kocaman bir ‘HAYIIR! ŞAKA DEĞİL Mİ BU!’ isyanı sesimin tınısına alabildiğine yansımış olmalı.

“Ciddiyim Burak. Gene sen devam et.”

“Miro… Gerçekten tırmanamayacağına emin misin?”

Nefes nefeseydi. Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan başıyla evet anlamına gelen bi işaret yaptı. Gözlerimi isteksizce kaldırıp beni bekleyen son ip boyuna baktım. Hiç ama hiç istemiyordum tekrar sırılsıklam kaya yüzeyine tırmanmaya çalışıp, kaymamak için ince eleyip sık dokuya dokuya aynı stresi yaşamayı. Fakat mecbur gözüküyordum.

Neden sonra dokuzuncu ip boyunun sonuna vardığımda altmış metrelik tırmanış ipinin de neredeyse sonuydu. Parmak uçlarımı hissedemiyordum, ellerim şişmiş, katılaşmış gibiydi, parmaklarımı çok yavaş oynatabiliyordum. Fakat yukarılarda siyaha çalan bir bulutun içinde zirvedeki teleferik istasyonunun siluetini seçebiliyordum. Artık burnumuzun dibindeydi. Epey bir vakit sonra Miro’da yanıma ulaşmayı başardı. Aşağı inecek olan son teleferiği yakalama ihtimalimizi kastederek: “Lanetlendik mi?” diye sordu. Şansımız yoktu. Yirmi dakika sonra son teleferik hareket edecekti. Ve bu koşullarda zaman kazanmak adına emniyet almadan zirveye tırmanmayı göze alamazdık.

Miro önden gitti. Onun yanına ulaştığımda ne ellerimi ne ayaklarımı hissedebiliyordum. O kadar yorgundum ki… “Vardık mı? Zirve mi burası?” diye sordum. Laslacivert bir gökyüzü vardı. Tepede Ay’ı görünce sevindim. Kalan o son metreleri emniyet almadan tırmanıp Lomnicky Stit’in zirvesindeki binanın terasına ulaştık. Rüzgâr çok şiddetliydi. İçeride yanan sıcacık ışığı görünce can geldi; kapıyı açıp içeri, minik ama lüks kafeye daldım. Mum ışığında şık bir akşam yemeği yemekte olan, ellerinde kırmızı şarap kadehleriyle baygın baygın birbirlerinin gözlerinde kaybolmuş aşık çift, âdeta bokun içinden çıkmış perişan bir tesisatçıyı andıran şangır şungur beni görünce ağızları açık öylece kala kaldılar.

“Ne... Nereden geldiniz siz?”

Kafe çalışanı olan genç görevli hem bizim bitik halimizi hem de dışarıdaki fırtınayı görmezden gelmeyip bize merhamet etti. Normalde yasak olmasına karşın izin verdi: O gece orada, yerde halının üzerinde uyuduk. Açlığımızı kapuçino ve sıcak elmalı kekle giderdik bi parça. Takırdayarak geçen uzun bir gecenin ardından ertesi sabah gün doğumunda zirvenin seyir terasına yürüdük. Miro ile Lomnicky Stit’in 2.634 metrelik muhteşem manzaralı zirvesinde yumruklarımızı kaldırdık! Minik epik maceramızın zaferini kutladık! İşte... Tam orada, aynı yerde, Slovak tırmanış partnerim Miro birkaç hafta evvel Martina ile birlikte nikah memuruna EVET demişler; dünya evine girmişlerdi…

Yazan: Burak Özdoğan

İletişim: ozdogan76 et gmail nokta com

Rota Künyesi:

Rota : Hokejka (VI, A1) (22 Ağustos 1950, František Plšek ve Václav Zachoval)

Uzunluk: 10 ip boyu, 300 metre

Topo : http://stand-art.cz/wp-content/uploads/2016/09/hokejka-lomnicak.jpg

Konum: Slovakya, Yüksek Tatra dağlarının Lomnický Štít kütlesi, Batı yüzü

Tarih: 13 Ağustos 2016

Ekip : Miroslav Piroh (SK), Burak Özdoğan (TUR)

Süre : 9,5 saat (Normal hava koşullarında 5-6 saat)

Malzeme : İki yarım ip, 10-13 ekspres, camalot seti, 60-120 cm'lik perlon bantlar, 4-5 metrelik yardımcı ip, telsiz, iki sırt çantası, 2 litre su.

Dipnotlar:

1) Tatralarda belli başlı yürüyüş patikalarında trekking yapmak serbest lakin III derece zorluğunu aşan hatlarda tırmanacaksanız UIAA ayarında bir tırmanış kulübünün üyesi olmanız gerekiyor.

Dolayısıyla ben de başıma bir iş alamayayım diye Alpenverein’a senelik üye oldum; 1690 Çek Korunasına mal oldu, yaklaşık 210 TL.

2) Yukarıda anlattığım, 2016 Ağustos'unda kötü koşullar yüzünden düşe düşe, ipte dinlene dinlene haddinden fazla uzun bir sürede tırmandığımız rota, serbest çıkamadığımdan dolayı içimde ukte kaldığı için bu yaz (2017, Ağustos) tekrar gittim. İş yerinden ekip arkadaşım Michal ile girdiğim rotayı güzel koşullarda 5,5 saatte serbest tırmandık. Beni ıslakken perişan eden tüm ip boylarının iyi koşullarda ne kadar kolay geçilebileceğini görünce Miro ile yaptığımız tırmanışa duyduğum saygı -mütevazilik yapmayacağım- hakikaten arttı.

 

Tırmanışa ait kısa videoya aşağıdaki linkten veya bir alttaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: 

https://www.facebook.com/burock.ozdogan/videos/vb.753646133/10153871633571134/?type=2&theater