GİRİŞ
Kayalar ve Avrupalılar'la dolu mistik bir orman Font.
Bouldering’in anavatanı. Atletik hamlelerle kısa kayaların üstüne çıkma uğraşı.
Adını tırmanışa başlar başlamaz duymuştum sanırım. Boulder yapanlar bilir, herhangi bir boulder derecesinin yanında Fb yazar. İşte o Fb Font boulder demek.
Furkan ile beraber bir faaliyet yapmayalı 3 yıl olmuştu. Karakaya ve Aladağlar’da yaptığımız o faaliyet dolu 2020 yazından beri ikimiz de hayatımızı düzene sokma derdindeydik . Okulu bitir, iş bul, daha iyi bir iş bul, hayatta yerini bulma uğraşı. Uzun bir pide kuyruğu beklemek gibi sıramızı bekledik bir süredir. Düzenli bir hayat ve paranın peşindeydik sanırım. Gerçi ben hala tam düzenimi tam oturtamadım ama Furkan bu işte benden daha iyi.
Konuyu dağıtmadan tırmanışa dönelim, artık sonunda Font’a gideceğimi söylediğimde Furkan hiç durmadan ben de gelirim dedi. Şirketlerden izinler, biletler alındı, vizeler ayarlandı, rezervasyonlar yapıldı, tarihler belirlendi. Bir haftalık Paskalya tatilinde bu efsanevi ormanda tırmanmak üzere sözleştik.
Ben Almanya’dan, Furkan İstanbul’dan kalktı geldi Paris’in göbeğinde buluştuk. Ben çok Paris fanı biri değilim lakin güzel bir gün geçirdik. Turistliğimizi hakkıyla yaptık ve ertesi gün Paris’ten hedefimize doğru yola koyulduk.
Önce Gare de Lyon, oradan bir trenle Juvisy ismindeki duraktan aktarma, oradan da tekrar trenle Maisse isminde bir kasabaya vardık. Buradan başka otobüs imkanları da var sanırım lakin saatleri bir garip ve bizim Fransız toplu taşımasına daha fazla tahammülümüz kalmamıştı. Yürüye yürüye önce alışveriş yapacağımız ve kampa 50 dakika yürüyüş mesafesinde bulunduğu kasabaya vardık: Milly-la-Foret. Ardından kalan mesafeyi de yürüyerek toplamda da iki buçuk saatlik bir yürüyüşle hedefimize ulaşmış olduk: Camping La Musardiere.
Font’a gelecekler için arabayla gelmelerini tavsiye ederim. Sektörler arasındaki mesafeler uzak olabiliyor ve o kadar crashpad, kamp yükü vb. sırtta taşımak biraz işkenceye dönüşebiliyor. Lakin biz hala genç ve acemi şoförler olduğumuz için araba kiralamadık. Kalacağımız kamping de birçok sektöre görece yürüme mesafesinde olduğu için bunu dert etmedik.
Kampingi rezerve etmek ne kadar sancılı olduysa da orada kalırken hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadık ve ben çok beğendiğimi söyleyebilirim. Çok rahat bir ortam, crashpad kiralamak konusunda bir sıkıntı yaşamadık, crashpad fiyatları da günlük 10 Euro gibi bir ücrete geliyor (büyük boy), görece ucuz diyebilirim. Haftasonu akşamları pizza arabası geliyor. Ek olarak her sabah sıcak Baguette ve Pan au Chocolat’ınızı saat 9.00’a kadar kampın fırınından alabilirsiniz.. Zaten bu uygulama Fransa’da gördüğüm her kamping için bir standart.Çadırımızı kurduk. Faaliyetin hemen öncesinde hava durumu o kadar kötüye gidiyordu ki, buraya gelmemeliydik diye düşünüyordum. Her gün yağmur gösteriyordu. Her gün! Buna rağmen kampın ağzına kadar dolu olduğunu görünce içim biraz rahatladı. Avrupalıların bir bildiği olmalıydı. Yaşlı kıtanın bilge topluluğu! Özellikle İngilizler için Paskalya tatilinde buraya gelmek büyük bir olaymış, onu öğrendim. İngilizler açık ara çoğunluktaydı, ardından Almanlar, birkaç İtalyan ve İspanyol grup, sonra da ufak bir çadırda iki kişi kalan Türkler. Bu arada herkesin tırmanıcı olduğunu söylememe gerek yok tabii.
Düzenimizi kurduktan sonra saatin 4 civarı olduğunu fark ettik ve hala tırmanabiliriz. Hava biraz açıp yağmur durduğunda belki kayalar hızlıca kuruyordur diye düşündük ve en yakın sektöre (Gorge aux Chats) 15 dakikalık yürüyüşle ulaştık. Crashpad kiralamadık, belki tırmanma imkanı olmaz diye. Ayrıca Boolder isimli ücretsiz bir uygulama var ki altın değerinde. Her sektör ve boulder hakkında detaylı bilgiler, yol tarifleri, hava durumu gibi bilgiler içeriyor. Böyle bir uygulamayı ücretsiz sunan o melek ruhlu insanlara saygılarımı sunarım.
Gittiğimiz sektörün pek de bir olayı olmaması gerekiyordu; ancak ben gider gitmez şaşırdım. Öncelikle sektör ağzına kadar insan doluydu. Tırmanacak rota bulmak, kuru rotaların sayısının az olması nedeniyle biraz zor oluyordu. Crashpad’siz tırmanma tecrübelerime güvenerek bulduğum rotalara başladım. 3, 4, 5 derece rotalardan ısına ısına tırmanmaya başladım. En kolay rotaların bile kaya dokusu olsun, hamle serileri olsun, insana verdiği haz bambaşka, bunu hemen anladım. Neden bu kadar insan bu ormanda bu delice işi yapıyor kavradım. Bu kayalar tırmanılmak için yapılmış! Oraya gidip tırmanmadan tarifi zor, lakin gerçekten Font’ta tırmanmanın keyfi bambaşka. Kaya yumuşak; ancak elinizin altında ufalanmıyor, granit kadar sert olup elinizi törpülemiyor. Sanki bütün kayaları tam ayarında törpülemişler ki tırmanasınız. Top-out’ların en kolayı bile size ufak bir zorluk veriyor ve blokların üstüne çıkmak her daim keyifli bir hale geliyor. Tabii bu güzelliklerin faturası: nereye baksanız insan dolu olması ve tırmanılan rotalarda hamle serilerinin çok belirgin olması, çünkü magnezyum izi olmayan bir rota bulmak imkansıza yakın. Tabii bunu çok dert etmemek zor değil.
Bir 6B, ardından da 6C’yi Furkan’la beraber yollayıp kampa geri döndük. Crashpadsiz tırmandığımız için bize bakan birkaç ekip olsa da, crashpadsiz tırmanışın kurallarını bildiğim için sorun yaşamadık. Bu kurallar kabaca şu şekildedir:
- Ayakkabını temiz tut.
- Her bloğu tırmanamayacağını kabullen.
- Partnerinin spot’unu çok iyi al.
Kampa döndük, dinlendik, crashpad kiraladık. İkinci gün hedefimiz yine 35 dakika yürüyüş mesafesindeki 91.1 isimli sektör oldu. Furkan Instagram’dan rotaların isimlerini yazıp betalarını topluyordu. Artık neredeyse zorunlu bir eylem haline gelmişti: Rotaya girmeden önce videosunu izle ve beta topla. Bilgi en büyük güçtür, öyle değil mi? Yoksa güç mü en büyük güçtür? Neyse, videolarımızı izledik ve ertesi gün 91.1 isimli sektördeyiz.
Hava yine her an yağacak gibi görünüyordu. Herkeste bir ‘güvercin tedirginliği’ var. Le Flipper (7A) o günkü hedefimiz, fakat blok o kadar kalabalık ki, yanında boş duran başka bir kuru rota var diye onu denemeye başladık (Le Sous-Plomb 7A+). Under’dan sağ krimpe uzanış, soldaki krimpi kavra, sağ uzaktaki slop tutuşa patla; devamı tam bir kayayla güreşme sekansı çünkü gerisinde tırmanmıyorsunuz, vücudunuzla sürtüne sürtüne bloğun üstüne çıkıyorsunuz. Kabul etmeliyim ki bu biraz hırpaladı beni ama bir saat sonunda savaşı kazandım.
Tam Flipper’a geçip çıkacağız derken yağmur öyle bir başladı ki, kalabalık çil yavrusu gibi dağıldı. Biz de Furkan’la yarım saatlik sağanak altında kampa dönüşümüzü bir ‘walk of shame’ edasında geçirdik. Donumuza kadar ıslandık tabii. Ben ıslaktım, sırtımda ıslak bir crashpad vardı, aklımda "crashpadi ıslak geri verirsek acaba ekstra para alırlar mı” gibi saçma düşünceler vardı. Çantam ıslaktı, ayakkabılar ıslaktı. Geri döndük. Bir ufak çadırımız var, herkesin arabası, kocaman çadırları, çadırların önünde tarp ve altında masa sandalyeleri var. Dedik ki, galiba bu böyle olmayacak, biz bu işi daha iyi yaparız diye üstüne piknik yapmalık diye tasarlanan plastik örtüden bir tarp uydurduk hamak ipleriyle. Kurulduk altına, ıslak crashpadi de koyduk ve yemek yapmaya başladık. Fasulyeli, pestolu, ton balıklı makarnayı yedik ve ben kendime geldim. Yağmur da sağ olsun, hiç durmadı o gece ve ertesi öğlene kadar. Boulder bu kadar alpin bir spor olmamalı diyerek düşündüm ama tabii hepsi kendi hatamızdı.
Üçüncü gün Almanya’dan arkadaşım Charles kampımızı ziyaret ettiğinde, “Bu ne olum, bu kamp Birinci Dünya Savaşı Batı Cephesi’ni andırıyor,” deyince elimde olmadan hak verdim. Bir çamur deryası... Yani abartmayayım, tabii güneş açınca mod tamamen değişiyor ve yine tatil moduna dönüyoruz. Çok geçmeden güneş açtı ve üçüncü gün daha az yağmur, daha çok güneş diyerek 91.1’e döndük. Flipper’la olan hesabı ve sağ varyantını hızlıca kapattım. Bu arada o kalabalık hengamede insanlarla tırmanmak üzerine iki kelam edeyim: İnsanlar çok cana yakın, çok medeni ve kesinlikle yüzde altmış güler yüzlüler. Kalan yüzde otuz ise ya Alman'dır ya da güler yüzsüz. Espri yapıyorum, bu arada Almanları severim, yanlış anlaşılmasın. Mesela orada bir grup ekip var ve sizin denemek istediğiniz rotayı deniyorlar diyelim:
Senaryo 1: Rota hala insan alabilir kapasitede. Bu senaryoda gidip “Merhaba, ben de oynayabilir miyim acaba?” diyerek soruyorsunuz ve kabul ederlerse yerinizi alıyorsunuz. Zaten kabul ediyorlar, başka bir cevap veremezler. İnsanlarla havadan sudan ve rotanın hamleleri üzerine sohbet ederek tırmanışınızı yapıyorsunuz.
Senaryo 2: Rota artık insan alamayacak kadar dolu. Örneğin, Bas-Cuvier sektöründe Carnage bu haldeydi (Fotoğraf: İnsanlar ve boulderlar) ve denemeye imkan yoktu. Cuma namazında, aramıza şeytanlar girmesin usulü toplanan cemaat, problemin etrafında kümelenmiş haldeydi.
Bu insan kalabalığı, Paskalya bayramında orada olduğumuz için fazla olduğu bir gerçek. Ancak duyduğum kadarıyla Font’a gittiğinizde, eğer tırmanışa müsait bir zamanda oradaysanız, bu durum pek de değişmeyecektir sanırım. Crashpad, beta ve motivasyon anlamında bu kalabalık tam bir maden. Çok zorlarsanız kendinize bir date bile ayarlayabilirsiniz, ehehe. Ancak ben ara ara “Artık bir doğanın sesini dinleyelim, biraz daha izole tırmanalım” diye sitemlerde bulundum. Kamerasını kalabalığın ortasına koyup önüne geçince “Çekil” diye uyaran ergenler dahil. Pek çok genç salon tırmanıcısı Font’a giderek ilk defa kaya tırmanışı deneyiminde bulunuyor ve doğada tırmanmak ile doğaya saygı üzerine yeterince bilgilendirilmemiş olabiliyor. Ancak bu hataları çok kez kendim de yapmış ve hala ara ara yapmakta olduğum için onları yargılamak bana düşmez. Ayrıca tırmanıcılar medeni bir toplum diyebiliriz ve koca ormanda o kadar insan dolaşımına rağmen hiçbir yerde çöp görmediğimi belirtmek isterim.
Devam edelim, üçüncü günün ikinci yarısında plajlarıyla ünlü Cul de Chien (Köpek Kıçı) sektörüne gittik. Bildiğin plaj kumu gibi kumlarla çevrili bir tırmanış alanı. Ağzım açık kaldı. İnsanlar tırmanıyor, aileler ve çocukları kumlarda koşturup oynuyor. Furkan’la ikimiz yine Türklerin laneti olan ‘bizde niye böyle, onlarda niye böyle’ temalı tartışmalarımızı yapıyoruz. Avrupalılar yapıyor, biz neden yapamıyoruz? Komşunun kızı Fen Lisesini kazanmış, sen ne halt ediyorsun minvalinde muhabbetler. Siyasete girip saatlerce zamanı gereksiz harcadığımız; yerel seçimler, ülkenin geleceği, Türk tırmanışı üzerine yine çağ açıp çağ kapattığımız nezih sohbetler.
Ben artık yeter diyerek sektörün en ünlü ve 8a.nu’ya göre bölgenin La Marie Rose’dan sonra en çok tırmanılan rotası olan Le Toit du Cul de Chien (7A)’e crashpadi serdim. Sağında bir 7B var, onun da sağında bir 6A bulunuyor. Rotayı niye kimse tırmanmıyor ki, Allah Allah diye şaşırırken rotanın kilit tutamağı olan koca cebin sırılsıklam olduğunu gördüm. Sonra, benim crashpad koyduğumu gören İngiliz bir ekip geldi ve rotayı denemeye başladık.
Ben düşünüyorum, “Ya cep ıslak, bu rotayı denemesek mi acaba?” diye. Ama koca kalabalık kimse bir şey demeyince insan suçlu hissetmiyor. Kalabalık psikolojisi tabii, organize suçların en temel nedeni. Slab bir başlangıç, kaygan ayak ve eller. Rota sadece 8a.nu’da 1519 kere kayıtlı olarak tırmanılmış. Sağ el iki parmak bir cep, sol topuğu çok garip bir hamleyle önüne al ve uzanarak tavandaki büyük cebe git. Fakat ıslak, tabii ki tutan kayıp düşüyor. Ben de tuttum, kaydım düştüm. Ama insanlar tırmanışa o kadar aç ki, özellikle yağmur sebebiyle tırmanamadığımız için hepimiz sırtlanlar gibi saldırıyoruz rotaya. Halbuki o cep bir kırılsa, bölgenin en nadide eserlerinden biri hasar görecek. Font’ta bu gibi rotalar, belki de milyon dolarlık sanat eserleri ayarında. 20-30 kadar kişi toplandık rotanın etrafına, aptal aptal ıslak rotayı çıkmaya uğraşıyoruz. Kırmızı hoodie’li fit bir Alman gelip, o kaygan cebe rağmen hamle serisini tamamladı (o cepten yukarıdaki kulağa ayakları keserek atlayış) ve kalabalıkça alkışlandı. Bu şahıs sonra bloğun tepesinden bizi azarlar gibi “Bu rotayı rahat bırakın, kıracaksınız, dağılın ulan!” dedi ve biz de paşa paşa dağıldık. Ben içimden “Tırmanırken öyle demiyordun ama” diye sitem ettim.
Bu günümüz de böyle sona erdi ve kampımıza döndük. Akşam Charles ve eşi bize Güney Afrika usulü yahni için akşam yemeğine davet ettiler ve biz de Furkan’ın İstanbul’dan getirdiği ufak rakılarla katılarak, muhabbet ve sohbet eşliğinde güzel bir akşam geçirdik.
Dördüncü gün kalktım ve vücudum, “Daha da tırmanma artık” diye bana sitem ediyordu. Ancak Charles'la, bizi arabayla alacağına dair dünden sözleşmiştik ve planımız, yürüyerek gidemeyeceğimiz Bas-Cuvier isimli sektöre gitmekti. Ayrıca, Isatis ve Franchard Cuisiniere bölgelerine giderek Karma gibi efsanevi bir problemi görecektik.
Burada beni Font’a asıl getiren sebebe, The Real Thing isimli 1996 yapımı filmi de hesaba katmam lazım. Ben Moon ve Jerry Moffat’ın bu efsanevi bouldering filmi, ekibin İngiltere’de antrenman yapıp bölgeye gelerek en zor rotaları çıkmaları üzerine kurgulanmış. Ancak gerek filmin süper ciddiyetten uzak tavrı, gerek benim 90’lar elektronik müziğine ve stiline olan hayranlığım, gerek Jerry ve Ben’in şaklabanlıkları, orada gördüğüm problemleri görmek için can atıyordum.
Atladık, Bas-Cuvier’e indik. Dar koridorları ve dört yanda duvarları ile üstü açık bir gym’i andıran bir sektör. La Marie Rose, La Joker, Carnage, L’Helicoptere, La Berezina, Biceps Mou, La Balance ve daha birçok ünlü rota burada bulunuyor. Tabii ki, tıklım tıkış insan dolu. Ben neden dördüncü gün buraya geldik, ellerim hiçbir şey tutmuyor diye ağlıyorum çünkü vücudum, günlerce yaptığımız tırmanış ve yürüyüşlerden yorgun düşmüş. La Marie Rose ile ısınmaya çalışıyoruz; ben ikinci denemede gönderdim, Charles flaşladı, Furkan da biraz daha uğraşla rotayı çıktı. Mum gibi eller ve ayaklardan kalkılan çok güzel bir rota gerçekten.
Sonra ne yapsak, ne etsek derken birkaç 6A ve 6B çıkıyoruz sağda solda; hepsi çok güzel. Benim aklımda önceden Carnage’ı denemek vardı, ancak hem bu yorgunluk hem de rotanın önündeki kalabalığı görünce vazgeçtim. Charles’ın aklındaki Biceps Mou da ıslak olunca gözümüzü La Joker’e çevirdik. Dünyanın ilk 7A’sı. İlk çıkış 1953! Sağ krimp gaston, sol ayak yüksek, sol el sağ açıktaki delik/krimpe çapraz hamle, burada sol elden sağ ayağı kaldırıp direkt yukarı gitmeniz gerekiyor. Sağda bir delik var ama ilk çıkışta kullanılmadığı için dokunmamak gerekiyor. Aşırı sert bir rota gerçekten ve ellerim artık bu eziyete dayanamadı; üstüne kilit krimpi elimi deldi ve ben de günü orada bitirdim.
Ardından önce Isatis’e, oradan da Franchard Cuisiniere sektörlerine gezmeye gittik ve Karma (8a+) isimli problemi deneyenleri seyretmeye daldık. Yumurta gibi kocaman bir blok. O yumurtanın orta altından başlayan ince bir çatlak, bloğun ortasında büyüyüp oluşan büyük bir slop tutamak. Tutamağa atlayarak başlıyorsunuz ve o yumurta gibi yüzeydeki incecik krimplere atlayıp, sol topuğu koyup yumurtanın üstüne çıkmanız gereken bir hamle serisi. ‘Looks flippin’ desperate!’ Charles’ın dediği gibi. Ben belki bir giriş tutamağına atlar, hamleyi denerim en azından denemiş olurum diyordum ama rotayı deneyen insanlar baya ciddi duruyorlardı ve ortam çok gergin diye bunu yapmadım. Hatıra fotoğraflarımız çekilip oradan ayrıldık ve gün bitti.
Beşinci günümüzü dinlenmeye ayırmaya kararlıyız Furkan ile. Charles bizi tırmanışa çağırıyor, ama gidemeyiz çünkü eğer gidersek, kalan iki tırmanış günümüz tamamen çöp olabilir. Hava durumu ise tam bir karambol. Bütün gün güneşli gösteren hava, günün çoğunu yağışlı geçirdi. Hamakta keyif yaparım hayalleri darmadağın oldu. Neyse diyerek baget, peynir, bira, şarap, makarna ve reçel etrafında sağlıklı sayılabilen ama yine de ne bulursak yeriz diyetine devam ediyoruz.
Furkan’la o gün bir diğer planımız, Big Island bloğuna gitmek ve bir 9a boulder görmekti. 3 saat yürüyüş ve dinlenme gününe gelen aktiflik üzerine şikayet eden Furkan’a rağmen, boulderı bulduk. Hayatımda gördüğüm en güzel blok. Gemi gibi, bir balina gibi topraktan fışkırıp havada duruyor. Tutamaklar çok kötü; krimpler çok ince, çok kaygan, köşesiz ve törpülü. Bu bloğu tırmanılır kılan yegane şey, onun sarılınabilir olması. Topuk-burun-diz-topuk-burun-diz. Aklımda kalan başka bir şeyi daha yapmış olmanın sevinci ile geri dönüyoruz. Marketten alışverişimizi yapıp, yerel pastaneden tadım yaparak günü bitiriyoruz. İki gün daha tırmanmak gibi bir hedefimiz var ama hava durumu hiç nefes aldırmıyor. Akşam gözüken hava durumu sabahına değişiyor. Ertesi gün öğlen yağmur gösterdiği için erkenden kalkıp tırmanışa gitmeliyiz.
Altıncı gün kalkıp yulaf ve kahve rutinimizi yaptıktan sonra crashpadi sırtlandık. İlk hedefimiz, Cul de Chien sektöründeki yarım kalan işimizi tamamlamak. Ardından, yakındaki Roche aux Sabots sektörüne gidip olabildiğince rota tırmanmak istiyoruz. Aklımda bir sürü klasik 7A var ve hepsi çok güzel gözüküyor. Hava güneşli ve biz çok mutluyuz. Sektöre vardık ve ısınmaya başladık. En verimli tırmanış günümüzü geçireceğiz bugün.
Sağdaki 6A ve hangboard ile ısınmaya çalışıyorum. Omuzlarım hala biraz gergin. Bu 6a’yı önceki gelişimde güç bela çıkmıştım ve kesinlikle 6b’den hallice hissettirmişti. Isınayım diye uğraşırken düştüm durdum ve “Ya seninle mi uğraşacağım?” diyerek asıl hedefe yöneldim: Le Toit du Cul de Chien (Köpeğin Kıçının Çatısı). Alman bir ekip halihazırda rotayı deniyordu. İlk girişimde topuğu koyarken kayıp düştüm. Hemen ikinci denemeyi yaptım ve çok rahat geldi. Demek ki ıslak tırmanmamak gerekiyormuş. Furkan da etkileyici bir efor sergiledi bu rota için; ancak beklenen ‘teamsend’ ucundan kaçtı. Üstüne yanındaki 7b rotaya gözümü diktim, ama birkaç deneme sonrası hem krimplerin elimi kesmesi hem de rotanın o kadar kolay inmeyeceğini anlamam ile sektörü değiştirmeye karar verdik.
Hemen vakit kaybetmeden diğer sektöre yol aldık. Havanın güzelliği ile keyiflerimiz yerinde. Yanımıza bol bol baget, peynir, zeytin ve sosis aldık; ben ekstra mutluyum. Furkan, yanımıza Camembert peyniri aldığımız için biraz hayıflanıyordu ama olsun. Brie tabii daha güzel bir peynir, ama ben tırmanırken babam olsa yerim kafasındayım. Roche aux Sabots sektörü de çok ayrı bir güzelliğe sahip. Zaten Font’ta her sektörün o kadar başka bir havası var ki inanılmaz. Bir sektör diğerinden tamamen mi farklı olabilir, hem de araları 10 dakika mesafede iken? İşte burası öyle bir yer.
Ancak sabah kalktığımızda hava durumu tekrar yüz seksen derece değişmiş, telefonumu her saati yağmurlu gösterirken bulduk. Bir ertesi gün de geri dönmemiz gerektiği için ani bir kararla faaliyeti orada bitirme kararı aldık. Fiziken de yorgunduk tabi. Gerisi ise toplan, yağmurun altında çadır topla, check-out, geri yürüyüş ve Paris’e trenle dönüş. Furkan ile vedalaştık ve o havalimanına ben de otobüsüme doğru yol aldık.
Kapanış
Son olarak ne söylemek isterim diye düşündüğümde, Fontainebleau gerçekten bir tırmanıcının etkilenmemesi neredeyse mümkün olmayan bir yer. Tırmanışın en elit, en lezzetli hali gibi. 5 yıldızlı restorana gidip yemek yemek gibi tırmanış anlamında. Fontainebleau’da tırmanmak oruç tutulan günün ardından yenen sıcak bir ramazan pidesi, sabah gün doğumuna karşı içilen kahve ya da Lord of the Rings’i izlemek gibi.
Döneceğiz, geleceğiz...
Fontainebleau, daha çok görüşeceğiz.
Okuduğunuz için teşekkürler.
Ensar İnce
Faydalı Linkler
Camp La Musardiere: https://www.camping-lamusardiere.fr/
The Real Thing: https://youtu.be/brbxoKEgsw0?si=yL0jfBPBj5XuL6Zq
Boolder Uygulaması: https://www.boolder.com/en/app
8a.nu - Fontaineableau Veritabanı: https://www.8a.nu/areas/france/fontainebleau/crags
Soudain Seul - Big Island Assis(9A) Filmi: https://youtu.be/TROzPjONA6M?si=uV3CQBCaAXHXttBn