Editörden: Silvia Vidal'dan beklemediğim kadar hızlı bir şekilde "çevirebilirsin" cevabını aldığımda havalara uçtuğumu itiraf etmem gerekiyor. Vidal uzun duvar tırmanışlarıyla, açtığı yeni rotalarla ve tabii ki solo tırmanışlarıyla beraber, uyguladığı tırmanış prensipleriyle "rockstar" larımdan diyebilirim. Maili yazarken "Vidal şu an kim bilir Alaska'da hangi duvarın dibinde ya da Pakistan'daki hangi duvarda portladge'ında iyi havayı bekliyor..." diye düşünüp, hatta telefonsuz ve internetsiz de tırmandığı için kendisinden uzun bir süre cevap alamam herhalde demiştim. Ve sürpriz, yanılmışım!
2008'de Alpinist dergisinin 23. sayısında yayınlanan "Life is Lilac" makalesinde Vidal, tırmanışın teknik detaylarının ötesine geçip tırmanışın "renklerinden", kendisini solo ekspedisyonlara iten faktörlerden, bir zanaatkar olarak ele aldığı yapay tırmanıştan, solo veya partnerleriyle uzun günler duvarda kaldığında yoğunlaşmaya başlayan duygulardan söz ediyor. Vidal'ı ve tırmanışa yaklaşımını tanımak için bundan daha güzel bir makale olamazdı[3]. Hepimize ilham vermesi dileğiyle, iyi okumalar.
Makaleyi Türkçeye çevirmeme ve tirmanis.org'da yayınlamamıza izin veren Silvia Vidal'a çok teşekkürler.
Kullanılan fotoğrafların hepsi Silvia Vidal'in arşivindendir.
Silvia Vidal'ın tırmanışlarına dair yazdığı raporlara ve güncel yazılarına/söyleşilerine kendi sitesinden ulaşabilirsiniz: https://www.vidalsilvia.com/
Orijinal makale için: http://www.alpinist.com/doc/ALP23/features-life-is-lilac-vidal
Hayat Leylak Rengi - SİLVİA VİDAL
Kendin hakkında yazmak hiç kolay bir iş değil; en az, yapmış olduğun şeyler hakkında yazmak kadar zor. Fakat bunu kişisel bir meydan okuma olarak kabul edersen işler biraz daha kolaylaşıyor diyebilirim. Dağlardaki tırmanışlarımı dereceler, tarihler ve isimlerle anlatırken bir yandan da duygu ve düşüncelerimi de aktarmak istiyorum. Tırmanmak benim seçmiş olduğum yaşam tarzım ve bu yüzden tırmanış sadece sayılardan ibaret olmanın ötesine geçen bir şey. Alpinizm zor, tehlikeli ve dramatik olabilir ama ben onu bu şekilde yaşamıyorum ve tartışmak istediğim şey de bu değil.
Yirmi bir gün, yirmi bir geceyi duvarda asılı bir şekilde, kimseyi görmeden ve kimseyle konuşmadan, yapayalnız geçirebilirsin. Berbat hava koşulları yüzünden çadırda saatlerce sıkışıp kalabilirsin. Sekiz gün boyunca ileri ana kampta, cam buzun üzerinde askıda ve tamamen yalnızlığın ortasında mahsur kalabilirsin. Sessizlik, (iyi türden) yalnızlık, yorgunluk, açlık ve tırmanışın yoğunluğu kendini hissettirdiğinde, kendini hayatın rengi üzerine düşünürken bulabilirsin.
Geçen yaz Shipton Spire'daki o günlerde aklımdan bir türlü çıkaramadığım şey buydu. Zihnimde sürekli ama sürekli “La vida es de color rosa” ("Hayat tozpembedir") – sözcükleri beliriyordu.
Katılmamak elde değil: hayat bazen tozpembe olabilir. Yine de ben bana daha uygun bir renk bulmak istedim.
Sonra birden bire aklıma "leylak" sözcüğü geldi. Kim bilir! Belki her insan ve her durum için farklı bir renk vardır: devinim halindeki yaşamlara uygun olarak mutasyon geçiren renkler. O andan itibaren rotanın adı Life Is Lilac (“Hayat leylak rengidir”) oldu.
Kendinle baş başa geçirdiğin onca saatin sonunda kendine kalbini açmaya başlıyorsun. Sonra, duvardan aşağı indiğinde tekrar kapanmaya başlıyorsun.
Tırmanış benim için bir yarışma şekli olarak 1992'de başlayıp son buldu. Dört takım arkadaşım ve ben Barselona'daki üniversitemiz Ulusal Beden Eğitimi Enstitüsü'nü birkaç günlük bir dayanıklılık yarışında temsil ediyorduk. Yarışta bisiklet, oryantiring, mağaracılık, su kayağı, rafting ve kano vardı. Düğüm atmayı şöyle böyle biliyor olmama rağmen, 500 metrelik bir duvara da tırmanmıştık. Kaya tırmanış ayakkabılarım olmadığı için spor ayakkabılarla tırmanmıştım. Tırmanıştan hiç hoşlanmamıştım. Tırmanış özerk olmadığım tek aktiviteydi. En basit hamleleri yapmak için bile tırmanış partnerlerimden yardım almak ve onlara bel bağlamak zorunda kalmıştım.
Tırmanış benim için böyle başlamış olsa da, bu şekilde sona ermedi neticede. Yarış sırasında sadece ipte asılı bir şekilde tırmanıyormuşum gibi hissetmiştim. Fakat, iki yıl sonra, Magic Mountain olarak da bilinen Montserrat'ta gerçekten hamle yapmanın nasıl bir his olduğunu keşfettim. Bir peri masalının içinde, karmaşık bir labirentteymişim gibi kayadan iğnelerin içinde kaybolarak, serbest tırmanışın yanı sıra bazı karmaşık aid climbing (“yapay tırmanış”) numaralarını da öğrendim.
Konglomera üzerinde rota bulmak granite göre daha zordur. Birbirine yapışmış yuvarlak taşlar ve düşmüş olanlardan geriye kalan küçük delikler arasında sonraki hamlelerini çözmeye çalışırken, malzeme atacak bir çatlak pek bulamazsın. Deliklerden bazılarına sikke çakmadan önce deliklerin içlerini doldurmak için copperhead (ç.n. Türkçeye "bakır takoz" olarak çevirebileceğimiz, sikke çakılamayacak veya takoz takılamayacak kadar küçük, yüzeysel girintilere çakılarak kayanın şeklini alan yumuşak malzeme") yerine daha yumuşak sikkeler ve leadhead ("kurşun takoz") kullanman gerekir, ayrıca sikkeleri çakmadan önce deliklerin içini doldurmak için de tahta kullanman gerekir. Çok daha fazla güç harcayarak ve az sayıda güvenilir malzeme atarak çok daha yavaş şekilde ilerlersin ve çoğu zaman da düz bir hat boyunca tırmanman mümkün olmaz.
Girdiğim ilk yapay rota sözde A1+ derecesinde olacaktı ama ne partnerim Ricard Miquel ne de ben rotada hiç malzeme olmadığını bilmiyorduk ve rota A3'e dönüştü. Ancak aşağı inmek yerine elimizdeki kısıtlı malzemeyle, alttaki sikkeyi alıp bir üsttekinin üzerine çakarak, bazen de iki sikkeyi birleştirip aynı yere çakarak devam ettik. Ayrıca rotada, daha sonra bir daha hiç yapmadığım bir şey yaptım: bir takozla bir sikkeyi beraber çaktım. Yapay tırmanışın konsantrasyon seviyemi ve hayal gücümü arttırdığını fark ettim.
Serbest tırmanırken duvar üzerinde hareket edersin, yapay tırmanışta ise duvar üzerinde hem hareket edersin hem de bir zanaatkâr gibi çalışırsın. Hareket yaratıcıdır, ancak hareket artı zanaat işi çok daha yaratıcı olabilir. Yapay tırmanırken kendimi bütün aletleri üzerinde, kayanın bilinmeyenlerinden bir şeyler ortaya çıkarmaya hazırlanan bir zanaatkâr gibi hissederim.
Bu tırmanıştan sonraki merakım ve bu tırmanış yöntemini deneyip kurcalama arzum beni yakın arkadaşım Pep Masip ile beraber İber Yarımadası'nın en klasik yapay tırmanış rotalarına sürükledi. Bir yılın sonunda A5 tırmanıyordum. Sonunda yeteneklerime en çok uyan tutkumu bulmuştum.
Serbest tırmanışın dinamizmine hayran olmama rağmen, kendimi sürekli sadece derece yükseltmek için zorlamam gerekiyordu. Yapay tırmanış ise bana daha akıcı ve daha doğal geldi. Yapay tırmanışın, bir yeri serbest tırmanma olanağının bittiği yerde başladığını düşünmüyorum. Nasıl tırmanmak istediğine bağlı olarak, aynı kaya etabını serbest ya da yapay tırmanabilirsin. Bazı A4 veya A5 rotalar serbest tırmanılabilir, fakat o zaman A4 veya A5 olmazlar- ayrıca rotaların serbest tırmanış versiyonlarında daha fazla bolt olabilir. Yapay ve serbest tırmanış birbirinden farklı oyunlardır ve ikisi de geçerlidir. Bir yüzme havuzunda su topu da oynayabilirsin, kulaç atıp yüzebilirsin de; su aynı sudur, benzer bir şekilde tırmanışta da kaya aynı kayadır. Değişen şey, onu nasıl kullandığın ve nasıl keyif aldığındır.
Ben yapay tırmanışı yapay tırmanmayı sevdiğim için yapıyorum.
Büyük duvarları solo tırmanma arzum nereden geliyor bilmiyorum. 1995'te Yosemite vadisine ilk gidişimde, evin yakınındaki tek günlük bir rotayı solo tırmanmıştım bile. Bu rotadan sonra tırmanışa artık yeni unsurlar eklemek istedim: haul bag[1], portaledge[2], duvarlarda geçirilen günler ve geceler. El-Capitan'a ilk kez tırmanış partnerim Juani Espuny ile beraber, Mescalito rotasından tırmandım. Hemen ardından Zodiac'a doğru yalnız başıma yola koyuldum.
Duvardaki bir gün, herhangi bir başka gün ile tıpatıp aynıdır: Benzer anlar yaşarsın, söz konusu olan hayati işlevler ve ihtiyaçlar aynıdır. Hatta korku, öfke, neşe, tükenmişlik, merak gibi duygular bile yeni duygular değildir; sadece bu duyguları yaşadığın ortam yenidir ve bu ortamda bu duyguların daha çok farkına varırsın. İp sabitlemeden tırmandığım Zodiac'ta duvarda geçirdiğim beş gün boyunca, solo tırmanmanın bu hisleri daha yoğun bir şekilde yaşamana sebep olduğunu gördüm. Kuşku ya da neşeyi paylaşabileceğin hiç kimse yok. Hangi duyguyu tek başına yaşamak en zoru, hala karar verebilmiş değilim.
Pep, ben rotayı tamamladıktan kısa bir süre sonra Vadi'ye geldi ve birlikte Zenyatta Mondatta'ya tırmandık. Artık birbirimizle o kadar sezgisel bir şekilde anlaşabilir hale gelmiştik ki bazen konuşmamıza bile hiç gerek kalmıyordu. Yine de, Zodiac'ta konuşmadan geçen onca günden sonra, her gün biriyle sohbet edebilmek güzeldi. Diğer bir yandan, yalnızken daha çok şarkı söylüyordum.
Sonraki dört yıl boyunca Pep ile beraber büyük duvar maceralarına atılmaya devam ettik: 1997'de El-Cap'taki Reticent Wall’un üçüncü çıkışı ve Half Dome'un Porcelain Wall yüzündeki Sargantana rotasının ilk çıkışını yaptık; 1998’de Pakistan'da Brakk Zang üzerinde Ganyips adında yeni bir rota açtık ve İspanya'da Naranjo de Bulnes üzerindeki Tramuntana'nın ilk kış çıkışını yaptık; 1999'da Mali’deki Suri Tondo'da yeni rota Veus del Desert’ı açtık. Rotalarımızın çoğunu kapsül tarzında tırmandık ve her zaman mümkün olan en az miktarda ip sabitlemeye çalıştık. Yine de bazen bir ideolojiyi götürebileceğiniz en uç noktayı anlamak için absürt bir durum yaşamak gerekir. Tramuntana'da sadece ilk ip boyunu sabitleyip sonrasında ip sabitlememiştik; daha sonra kötü havada duvarda, yani dağ evinden sadece yirmi dakika mesafede iki gece geçirmek zorunda kalınca büyük bir aptallık etmiş olduğumuzu fark ettik.
Yine de, Duvarda yaşamak en büyük motivasyonlarımdan biri olmaya devam ediyor. Her gün, yaşadığın yeri biraz daha yükseğe taşıdıkça, keşfedecek yeni manzaralar, seni çevreleyen yeni zirveler buluyorsun. Pep ile beraber Brakk Zang'dayken manzarayı izlediğimiz anlarda yakındaki Amin Brakk'ı inceledik, fotoğrafını çektik, üzerindeki mantıklı rotaları ve güvenli alanları taradık, ayrıca güneş ışığının 1300 metrelik batı yüzüne hangi saatlerde düştüğünü gözlemledik.
Bir yıl sonra Pep ve Miquel Puigdomènech ile beraber buraya geri döndük ve çok geçmeden kendimizi büyük bir maceranın içinde bulduk. Duvar'da yaşamaya başlamadan önce hazırlık yaparak ilk beş ip boyunu sabitledik, bütün malzemelerimizi 250 metrelik bir kar rampasının üzerine taşımak için aşağıya ve yukarıya sayısız kere inip çıkarak mekik dokuduk. İlk istasyonun olduğu yerdeki bir çatlaktan azıcık su damlıyordu. Sabrımızın sınırlarını zorlayarak küçük bir plastik boru yardımı ile 109 şişeyi suyla doldurduk: rotada yirmi sekiz gün geçireceğimizi hesaplamıştık. Kötü hava yüzünden tırmanış uzadı ve sonunda rota otuz iki günümüzü aldı. Fazladan dört gün daha! Fakat bir macerayı kontrol edemezsin, aksi halde bu bir macera olmaz.
On iki günün sonunda yemeğimizi günlük paylara böldük. Çok fazla kişisel eşyamız veya şımarıklıktan yanımıza aldığımız şey yoktu (taşıdığımız 500 kilonun 218'i suydu.) Uzunca bir zaman boyunca sadece üçümüzdük. Yanımızda dış dünyayla iletişim kurmaya yarayacak hiçbir iletişim aracı getirmemiştik, sadece düdük kullanıyorduk. Onu da tırmanırken birbirimizle iletişim kurmak için ve kendi icat ettiğimiz bir kodla çalıyorduk. Dağlar gibi vahşi yerlerde bile birçok insan hâla (uydu telefonları, radyolar, İnternet ile) dünyaya bağlanma ihtiyacı hissediyor ve çevreyle doğrudan bağlantı kurma fırsatını bütünüyle kaçırıyor. Ben dağa gittiğimde, dağda yalnız kalmaya ve çevremdeki her şeye açık olmaya çalışırım. Biz dağcılar, toplumumuzun bize kaçınmayı öğrettiği tehlikelerle yüzleşmek zorunda kaldığımız koşulların peşine düşüyoruz – ancak benim bu koşullarla tam ve gerçek bir şekilde yüzleşmem için kendimi ‘sözde medeni’ dünyamızdan tamamen koparmam gerekiyor.
Büyük bir Duvarı tırmanırken hiçbir şey hiçbir zaman monoton hale gelmez; her zaman yeni ve beklenmedik şeyler olur. Bazı durumlarda, eskiden zor bir problemi çözmeme yaramış olan çözümlerin o durumda pek de işe yaramadığını görüp yeni çözümler üretmek zorunda kalıyorum. İki kere karşıma beni adeta bir sabır taşına dönüşmeye zorlayan A5 derece etap çıktı. Üzerinde herhangi bir çatlak olmayan geniş açılı bir köşeden oluşan bir ip boyunu tırmanabilmemiz için çok sayıda küçük bakır takoz çakmamız gerekti ve sadece bu tek ip boyunu tırmanmamız üç günümüzü aldı. Birazcık yükselebilmek için yaptığım her harekette yüreğim ağzıma geliyordu. Neyse ki her seferinde bu korku hızlıca kaybolup uçtu gitti.
Dokuz ip boyunun sonunda, tırmanması günler alacak başka bir etaba ulaştık: birkaç bolt çaktığımız tamamen pürüzsüz, düz bir slab. Bolt çakmak bathook (ç.n. kanca takılabilecek yüzeysel delikler) deliği açmaktan daha uzun sürse de amacımız hızlı hareket etmektense hepimizin inandığı stile sadık kalmaktı. Pep, Miquel ve ben, kayanın doğasını ve tırmanışın derecesini değiştirdiği için bathook delmiyoruz. Bizim için bu, serbest tırmanıştaki chipping’e ( ç.n. yapay yöntemlerle tutamak oluşturma) eşdeğer. Tırmanırken kendi yeteneklerini Duvar karşısında yani bir metrelik bir kaya karşısında ölçersin. Bunun karşılığında, kaya sana kendi yansımanı gösterir. Neyin doğru ve geçerli olup neyin olmadığına karar vererek tırmanışını ve kendini tanımlarsın.
Yavaş yavaş yukarılara doğru yükselttiğimiz portaledge’ımız, tek odalı ve manzarası güzel evimizdi. Hem de nasıl manzaralı! Fakat büyük bir Duvar’daki en etkileyici olay duvarın en yüksek noktasındayken vuku bulur: 360 derecelik manzara. Tırmanışa başladıktan otuz iki gün ve dört kamp noktasından sonra yeni rotamız Sol Solet'in zirvesine ulaştığımızda daha önce tam olarak göremediğimiz ama var olduğunu hayal ettiğimiz tüm gizlenmiş zirveler ortaya çıkıp gözlerimizin önünde cisimleşiverdi.
Ancak bizim asıl zirvemiz İleri Ana Kamp olacaktı. Rotadan inerken iplerimizden biri takıldı. İpi kesip inişe devam edebilirdik ancak bu, rotada çöp bırakmak anlamına geliyordu, bu yüzden ipi alabilmek için duvarda bir gün daha geçirdik. Duvarda çok uzun bir süre boyunca kalmış olsak da her gece portaledge’ımıza varmak, yemek hazırlamak, tuluma girmek ve uyumak her seferinde büyüleyici gelen bir rutindi.
Eğer tırmanış partnerinle bağınız iyiyse bazen bu bağ sonsuza kadar sürer. 2001 yılında, Baffin Island’daki Turnweather Peak’de Frank van Herreweghe ile beraber Sangtraït adında 1155 metrelik yeni bir rota açtık. 24 saat boyunca hava aydınlık olduğundan günün bittiğini anlamak için alarm kurmamız gerekiyordu (aksi takdirde 24 saat boyunca hiç durmadan tırmanmaya devam edebilirdik). Duvardaki on beş günümüz ve ekspedisyonumuzun iki ayı boyunca, Frank hep mutluydu ve varlığını hep hissettirdi. Zirvenin bir ip boyu altında çekiçle parmağımı kırınca onun bu halinin bana çok yardımı dokundu. Bir de olaya iyi tarafından bakarsak, rotaya isim bulmamız oldukça kolay oldu: Katalanca'da “Kan Oturması” anlamına gelen Sangtraït.
2004'te Hindistan'ın Miyar Vadisi'ndeki Neverseen Tower'da, diğer partnerlerimden Eloi Callado ile on üç gün boyunca Duvarda yaşadık ve Mai Blau rotasını açtık. İlk gün yaklaşım sırasında bir iki tane küçük köyün içinden geçtik fakat vadide geçirdiğimiz zamanın geri kalanında birbirimizden başka kimseyi görmedik. Güneşi de nadiren gördük: rotanın adı Katalancada “Never Blue” (ç.n. asla mavi olmadı diye çevrilebilir) anlamına geliyor. Sabah havanın açık olduğu günlerde bile öğleden sonra kar yağmaya başlıyordu. Dönüş sırasında, üç günlük bir kar yağışı bizi ana kampa hapsetti. İki hafta boyunca çadırda tıkılı kaldık, kitaplarımızı defalarca okuduk ve her gün o günün bitmesini bekledik.
Artık yeterince piştiğimi hissettiğimde, tamamen kendi başıma, uzak ve erişilmesi zor bir büyük Duvar'da, herhangi bir destek almadan yeni bir rota açmayı hayal etmeye başladım. Her şeyden önce bu sessizliği ve izolasyonu tüm yoğunluğuyla hissetmek istedim. Ancak, tek başıma tırmanmak istesem de tek başıma seyahat etmek istemiyordum: yaklaşım sırasında etrafımda konuşabileceğim birilerinin olması güzel oluyor. Ertesi sene İspanya Federasyon Takımı’ndan yedi üye benimle aynı vadiye gideceklerini açıkladıklarında, bu yolculukta onlara katılıp katılamayacağımı sordum. Onlar Ana Miyar Vadisi'ndeki Phalphu'da kamplarını kurdular; bense kampımı onlarınkine bir buçuk saat uzaklıktaki Tower Glacier Valley'de kurdum. Castle Peak'in kuzey-kuzeybatı yüzündeki ilk yetmiş metreyi sabitledikten sonra Duvar’a taşındım. Sonunda rotada on iki gün ve on bir bivak geçirecektim. Bu uzun süreli yalnızlık sırasında her türlü duyguyu yaşadım, en iyisini de en kötüsünü de.
Normalde sorun olarak görebileceğin şeyler, duvarda tek başınayken önemsiz şeyler haline gelebiliyor. Diğer taraftan, normalde hiç önem vermediğin bir şey, tek başınayken tam bir drama dönüşebiliyor. Mesela ben haulbaglerim ile her zaman sorun yaşamışımdır. Boyum 1,57 ve 43 kiloyum, yani iki çantamın her bir tekinden daha hafifim. 2000 yılında Yosemite'de, Wyoming Sheep Ranch’i sabit hat döşemeden solo çıkarken çok fazla ağırlık çekmekten bir kolumda tendinit gelişmişti ve daha ancak rotanın yarısındaydım. Fakat yan geçişlerden dolayı ip inişi yaparak rotadan geri inmek zor olurdu. Zirveye ulaştığımda, iki kolumu da sakatlamıştım ve yılın geri kalanını iyileşmeye çalışarak geçirmek zorunda kaldım.
Eloi’yle Neverseen Tower'dayken, dağda kurtarma operasyonlarında kullanılan bir alet olan Evak'ı kullanmıştık. Ancak bu yöntem iki kişiyle daha iyi işliyor: haulbagler sıkıştığında birimiz onlarla ilgilenirken diğerimiz emniyette kalıyordu. Hindistan'daki Castle Peak'te ise başka bir sistem tasarladım: Emniyetteki sabit makaraya ek olarak, haulbaglere, aynı anda iki çantayı da çekmeme yarayan hareketli bir makara taktım. İki kat fazla ip kullanmam gerekiyordu, fakat sarf etmem gereken güç miktarı da yarıya inmişti.
Üzerinden zaman geçtikten sonra o sırada hissettiklerimi kelimelere dökmek zor, fakat portaledge’da konuşacak bir partnerim olmadığı için zihnimin sessizleşmeye başladığını hissettim diyebilirim. Hava bazen iyi bazense kötüydü, ayrıca dağın bu tarafı günde sadece bir saat güneş alıyordu. Şişelerdeki ve slablardaki su dondu. Büyük bir tramplene benzeyen bir balkonun devamı beni yüzün zirvesine ve ardından Slovak tırmanıcıların açtığı the Sharp Knife of Tolerance (“Hoşgörünün Keskin Bıçağı”) rotasının son ip boylarına ulaştırdı.
Tırmanış hayatımı bu yeni rotamın, yani 7 d'Espases’ın öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırıyorum. Bu tırmanışla solo tırmanışın bana içkin bir şey olduğunu, hatta benim için bir gereklilik olduğunu anlamaya başladım. Bu benim hiç bir arkadaşımın ya da tırmanış partnerimin olmadığı anlamına gelmiyor ve bu yüzden solo tırmanyor değilim. Hatta solo tırmanıyor olmamın nedeni kitlelerden kaçmak amacı bile değil. Sessiz günlerde kendini dinlemeyi öğrenirsin. Dikkatini dağıtan dış etkenler yoktur. Tüm duyuların tetiktedir ve şimdiki anı tüm hücrelerinde hissederek yaşarsın.
Castle Peak'ten sonra, yoğunluğu kaybolan bu hisleri geri kazanma ihtiyacı hissetmeye başladım. Bu hislerin içimde bir yerde var olduklarını biliyordum ama nereden geldiklerini, istediğim zaman nasıl ortaya çıkaracağımı veya onları günlük hayatın içindeyken nasıl bulacağımı bilmiyordum – işte bu yüzden daha fazla solo ekspedisyon yapmak zorunda kaldım.
Life is Lilac o yoğunluğu tekrar bulmamı sağlayacaktı. Süreç tepetaklak bir şekilde gelişti diyebilirim. Aslında en başta, Pakistan’a gitmeyi hiç planlamamıştım bile. Alaska'ya ya da Baffin Island’a gitmeyi planlıyordum fakat planlarım suya düştü. Toni Garcia ve David Gensana ile Shipton Spire'a gitmeyi planlayan Alex Estela’nın beni arayıp portladge’ımı ödünç istediği o son dakikaya kadar da aslında hiçbir yere gitmeyi planlamıyordum. Portladge'ımı Alex Estela’ya ödünç vermek yerine, onlarla beraber Pakistan’a gelip gelemeyeceğimi sordum.
Shipton Spire üzerine araştırma yaparken, iki seçenek belirledim: ya Baltese Falcon rotasını tekrarlayacaktım ya da kuzeydoğu yüzünde yeni bir rota açmaya çalışacaktım. Hangisini deneyeceğime Duvarı kendi gözlerimle görme şansım olduğunda karar verecektim. Fakat hangisini yapmaya karar verirsem vereyim, tırmanışı tek başıma yapmak istediğimi biliyordum.
Büyük bir duvarda tek başına olacaksan, orada olmayı gerçekten isteyip istemediğini bilmelisin.
Yaklaşım sırasında yaşadığımız bir dizi küçük talihsizlik - kötü hava, seyahat acentemizle ilgili sorunlar yolculuk boyuca gevşememize pek izin vermedi. Yine de bütün bu süreç boyunca her şeyin yolunda olduğuna dair tuhaf bir his vardı içimde. Bu içgüdü bana Shipton'a doğru yola devam etmem için gerekli özgüveni sağladı.
Duvar üzerinde bir hatta baktığınızda, parmağınızla onu takip edebilirsiniz: nereye gittiği çok aşikârdır. Mevzubahis "hattı olmayan hat" olduğunda ise kendinize orada öyle bir hat olduğunu söylemeniz ve bu hattın nereye gittiğini tayin etmeniz gerekir. Ben, zorlu bir yapay tırmanış için "hattı olmayan bir hat" arıyordum.
Üzerinde özellikle belirgin bir çatlak sistemi olmayan fakat ince ve hareket eden küçük tabakalardan oluşan dik bir duvarla başlayan bir rota seçtim. (Rotayı seçerken tabakaların oynadıklarını bilmiyordum tabii.) Üstesinden gelemediğim zor bir bölüme gelirsem, kaya ile konuşur ve geçmek için izin isterim diye düşündüm.
Rotanın ilk 200 metresini sabitledikten sonra yeri temelli terk ettim. Çoğu gün kafam ve ellerim bana yeter diyene kadar tırmandım. Kar yağdığında- ki tırmanışın yarısından fazlası kar yağışıyla geçti- saatlerce portaledge’ın içinde, dışarı çıkıp biraz daha tırmanmayı deneyebileceğim o anın gelmesini beklemek dışında hiçbir şey yapmayarak bekledim. Yirmi bir gün sonra kuzeydoğu sırtının zirvesine ulaştım. Ana zirveye ulaşmak için, Mark Synnott ve Jared Odgen'ın Ship of Fools rotasından devam etmem gerekiyordu. Fakat bu rota birçok zor yan geçiş içeriyordu bu yüzden burayı tek başıma tırmanmak istemedim. Çok tehlikeli olurdu! Zirvem, en başından beri bildiğim gibi tam da durduğum noktada olmalıydı. Asıl ana zirve çok uzakta olsa da bu rotanın zirvesinin kendine has bir kişiliği olduğunu düşünerek kendimi teselli edebildim. Ama arada büyük bir fark olduğunu biliyorum: Zirve, bizim olmasını istediğimiz yerde değil, olduğu yerdedir. Hayat tozpembe değil leylak rengidir.
Benim tırmanışım da tozpembe değil leylak rengiydi diyebilirim, hatta bazen koyuya kaçan bir leylak. İniş sırasında, koyu tonlar çok daha belirgin oldu. Her ip boyunu inişimde bir sorun çıktı. Dördüncüsü en kötüsüydü, ip baya kötü şekilde takıldı; ipi kurtarmak için günün geç saatlerine kadar uğraştım. O ip benim tek dinamik ipimdi ve onu kurtarmak için ip boyunu tekrar tırmanabileceğim başka yedek bir dinamik ipim yoktu. Sonunda ipi kesip orada bırakmak zorunda kaldım. Rotada çöp bırakmak kalbimde hala bir yaradır, tam da bu yüzden bu olayı burada anlatmak istedim.
Ertesi gün her şeyin daha iyi olacağını ummuştum ancak uzun bir yan geçişin olduğu bir ip boyundan inerken, haulbagleri hareket ettiremedim; basitçe söylemek gerekirse, çok ağırlardı. Alttaki istasyona ulaşabilmeyi deneyerek saatler harcadım. Sonuç, ip boyunun ortasında, 5000 metrede, açıkta bivaklamak oldu. Çıkıntıya benzer bir şeyin üzerinde iki kayanın arasında uyudum. İlk başta biraz rahatsız gibiydi ama sonunda kayalar beni kanıksadı ve yıldızlı gecenin tadını çıkarmama izin verdi.
Sonuç olarak, modern yaşamlarımızda Doğayı ne kadar görmezden gelmeye çalışsak da, bizim bir parçamız olduğu için ondan tamamen kaçınamayacağımıza inanıyorum. Her zaman olduğu gibi yanımda radyo ya da cep telefonu yoktu, bu yüzden ana kampa geri dönene kadar Alex'in kaburgalarına bir kayanın isabet etmiş olduğunu bilmiyordum; Alex ve diğerleri çoktan eve doğru yola çıkmışlardı. Yerel rehber Abbas ve aşçı Karim hala kalan herkesle birlikte ana kampta beklemişlerdi ve beni kır çiçeklerinden yaptıkları bir kolye ile karşıladılar.
O gece Evgeny Korol, Andrey Muryshev, Sergey Nilkov ve Denis Savelev’den oluşan Rus ekip, Shipton’daki yeni rotalarını kutlamak için bir parti verdi. İnsanlarla çevrili ilk gecem aynı zamanda oradaki son gecemdi.
İnsanlar bana sürekli kadın olmanın tırmanışımı nasıl etkilediğini soruyorlar. Pratikte, yani tırmanıyorken kadın olmam hiçbir şeyi değiştirmiyor ama kadın olmam beni başka şekillerde etkiliyor. Kadın olmanız bazı koşullar altında size - bazen makul olandan daha fazla - kapılar açabilir. Ancak bir kadın bir aktiviteyi bir erkekle aynı seviyede yapıyorsa bu kapılar suratınıza çarparak kapatılabilir.
Biri beni Shipton Spire'da tek başına yeni bir rota açan ilk kadın olarak tebrik ederse, o kişi başarımı küçümsüyor demektir. Bir tırmanışı bir kadın başardı diye tırmanışı farklı bir şekilde değerlendirmek veya medya promosyonu yoluyla onu sömürmeye çalışmak yanlış bir şey. Değerlendirme tabii ki de yaptığınız şeyin ne olduğu üzerinden yapılmalı ama her şeyden önce bunu nasıl yaptığınız da göz önünde bulundurulmalı. 1996'da Naranjo de Bulnes'deki Principado de Asturias'ı solo tırmandım. Bu tırmanış İspanya Tırmanış Federasyonu'nun dikkatini çekti ve bana İspanya'da yılın en iyi tırmanışı için Altın Buz Kazması ödülü verdiler. Bugünlerde ödüllerin hiçbir güvenilirliğinin olmadığının farkındayım. Tırmanış dünyasında, bir tırmanışın "ne"si - metre, yükseklik, derece - aşırı önemli. Benim için ise tırmanışın “nasıl” yapıldığı daha önemli.
Ben tamamen kendi ihtiyacımdan dolayı solo tırmanıyorum. Eninde sonunda, dağlarda gerçekten aradığımız şey nedir? Sadece risk mi? Sadece kişisel tatmin mi? Neden tırmandığımı anladığım gün, tırmanışı bırakacağımı düşünmüşümdür hep. Şimdilik tırmanırken aradığım şey, arayışa devam etmek belki de.
Shipton'dan sonra eve döndüğümde eski günlük rutin ve planlarım bunaltıcı geldiği anlar oldu, bazen de sevdiğim insanların arasında olduğum için mutlu hissettim. Evde ve dağda olmayı, insanlarla birlikte olmayı ve yalnız olmayı istemek paradoksal bir durum. Oysa bu hep böyle; hep elimizde olmayanı istiyoruz. Ben hedefime ulaştığımda ulaşılmayı bekleyen başka bir hedef bulurum, tekrar ve tekrar. Gerekli olan şey, hayal kurmak.
Shipton'dan üç ay sonra bile hâlâ yere tam olarak inemedim. Anılarım hâlâ leylak.
[1] Ç.N. Haul bag: Çok ip boylu rotalarda tırmanış ekipmanı, yemek, su, bivak ve bunun gibi malzemeleri taşımak/çekmek için kullanılan sürtünmeye karşı dayanıklı çantalar.
[2] Ç.N. Portaledge, uzun duvar tırmanışlarında genelde geceyi duvarda geçirmek için kullanılan asılabilir bir çadır sistemidir.
[3] Aykut Türem'e elindeki basılı Alpinist dergilerini karıştırarak bu makaleyi bulup bana gönderdiği için ayrıca çok teşekkür ederim.