Direktaş Kuzey Duvarı’na karşıdan bakıldığında sağ yukarıya doğru uzanan, diyagonal Cambridge 1965 rotasını 14 Eylül 1997 tarihinde tırmandığımızda, bunun ilk Türk tırmanışı olabileceğine zerre kadar ihtimal vermemiştik. O zamanlar internet kullanımı hiçbir şekilde bugünkü gibi değildi. İnternete ulaşım zor, içerik zayıftı. Dağcılık faaliyetlerini kayıt altına almak, dönemin birkaç kitabı ve dergisinde yer bulabilen yazılardan ibaretti. 1999 kışında Demavend’e tırmanmak için giderken bile toplayabildiğimiz bilgi çok fakirdi, yurtdışındaki koca bir dağ tırmanışına dergide gördüğümüz bir fotoğraf ve basit bir raporla gitmiştik. Yabancı yayınlara ulaşmak ise çok çok zordu. Anadolu Üniversitesi kütüphanesinde bulup okuyabildiğim, o dönem için gerçekten müthiş yabancı kitap ve dergiler çok büyük bir nimetti. Hepsini tekrar tekrar okuyor, yalayıp yutuyordum. Ancak bizim de bilgi dünyamız, bu kitap ve dergilerde okuduklarımızdan ibaretti. Bir de kulaktan kulağa yayılan dedikodular vardı elbette, doğruluğundan asla emin olamadığınız, kimi isimleri yüceltip göklere çıkaran, efsaneleştiren dedikodular. Bilgiye açtım, her şeyi zihnime kazıyor, sürekli duyduğumuz müthiş tırmanıcı profillerine ise oldukça mesafeli yaklaşıyor, şahsen tanışıncaya kadar kimseyi büyütmüyordum. Çünkü tanıştığım Türkiye’nin önemli(!) hemen her dağcı/tırmanıcı figürü bana bunu öğretmişti.
Bu koşullar içinde kendimize tırmanış hedefleri koyuyor, önümüzdeki birkaç ay için plan yapıyorduk. Bahsettiğim enformasyon koşulları içinde Direktaş’a karar verdiğimizde, oraya gittiğimizde, tırmanışı yapıp eve döndüğümüzde bile, yaptığımız bu tırmanışın ‘İlk Türk Çıkışı’ olduğuna ihtimal vermemiş, daha önemlisi bunu önemsememiştik bile. Bizler tırmanışı öğrenmeye, yaşamaya çalışan, kendi dişine göre bir duvar ve rota seçerek ‘duvar dünyasına’ girmeye çalışan üç tıfıl gençtik sadece.
Bu tırmanıştan uzun yıllar sonra Tunç Fındık Aladağlar kitabını yayınladığında, sağolsun imzalı bir tanesini bana gönderme nezaketinde bulunmuştu. Kitabı zevkle incelerken Direktaş Kuzey Duvarı Cambridge rotasının ilk Türk tırmanışının, kendileri tarafından 22 Ağustos 1998 tarihinde yapıldığını not düştüğünü gördüm. Tunç’ların elbette ki bu tırmanışı yapmış olmaları mümkündü ve belki de bir baskı hatası olarak tarih 1998 olarak atılmıştı. Çünkü bizim ilk Türk tırmanışı olma ihtimali dahi vermediğimiz çıkışımız 1997 yılındaydı. Himalayalar’da olma ihtimali yüksek olan Tunç’a telefon dahi etmedim, ‘nasıl olsa görüşürüz o zaman sorarım’ diye düşünmüştüm. Araya çok zaman, hatta yıllar girdi, unuttum gitti. Daha sonra tırmanışı beraber yaptığım arkadaşlarım İbrahim ve Yıldırım’la beraberken de konu açıldı, onlara sordum. Yirmi küsur yıl önceki durumları hem hatırlamıyorlar hem de pek de umursamıyorlardı. Eh, ben de öyleydim ve konu öylece unutulmaya yüz tuttu. Ta ki, -yine sosyal medyanın güzelliği- içinde bulunduğumuz şu Covid-19 izolasyon günlerinde İbrahim konuyu hortlatıp, Facebook ve Instagram ortamına taşıyana kadar.
Bunun iyi bir konu olduğu kokusunu hemen alan Aykut Türem bunun yazısını tirmanis.org’da görmek istiyordu. Evet, yazılmaya değer ve yazılması da gereken bir konuydu. Kendi aramızda bunu konuşunca ihale bana kaldı. Bilhassa bugünlerde böyle bir yazıyı kaleme almak hoşuma da giderdi açıkçası ama tırmanışın yazmaya değer bir yanı yoktu. Gitmiş, her ne kadar çok daha zorlu duvar ve rotalara yetecek kadar malzeme taşımış ve hazırlık yapmış olsak da rotayı gayet rahat bir yürüyüşmüşçesine tırmanıp inivermiştik. Bunun hakkında ne yazılabilirdi ki?
Bir süre zihnim tıkanıp kalmıştı. Kendi içinde bizim için unutulmaz anlar ve anılar barındırsa da hikâyeyi okuyucuyu sıkmadan aktarabilmenin bir taslağını oluşturamıyordum. Sonra aklıma bu format geldi, yani hikâyeyi biraz daha öncesini de içine alarak o zamanlardaki genel ruh halimiz, enerjimiz ve esprisiyle aktarmak.
Biraz daha öncesi
Lisede derslerim çok iyiydi ve aktif şekilde de spor yapıyordum. Bir kulüpte futbol oynuyor, para da kazanıyordum ama ciddi bir sakatlık sonrası hayatıma futbol ile devam etmemem gerektiğine karar vermiştim. Bunca zihinsel yoğunluk ve üniversite sınavı öncesi iki ay yatağa bağlı kaldığım bir sakatlık sonrası Karadeniz Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü’nü ancak kazanabildim. Dağcılığa da teknik anlamda başlayışım bu yıla denk gelir ama bölüme ısınamamış, üç ay sonra okulu bırakmış ve aynı yıl Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Yüksekokulu’na girmiştim.
1995 yılında, Türkiye Dağcılık Federasyonu eğitimlerine gitmek için bütün gücümle uğraşıyordum. O zamanlar eğitimler hem yazın hem de kışın ters sıralama ile yapılıyordu. Benim çok beğendiğim ve doğru bulduğum şekliyle eğitimler, örneğin yaz sezonu mayıs ayı civarı yapılan arama kurtarma kampı, ardından haziranda -eğer açılırsa- Kaya III eğitimi, temmuzda Kaya II ve ağustosta Kaya I şeklinde sıralanıyordu. Yani Kaya I eğitiminden geçer not alan bir sporcunun, Kaya II’ye gidebilmesi için bir yıl geçirmesi, tırmanış ve kaya tırmanışı tecrübesi kazanması ve bir yıl sonra Kaya II eğitimine gitmesi gerekiyordu. Kaya III eğitimi nadiren açılabiliyordu çünkü bu eğitim için katılımcıların gerçekten çok çok üst seviye bir tırmanıcı olması gerekiyordu. Ama bu asla bir kayıp değildi. O dönem Kaya II’yi başarıyla bitirebilenlerin hemen hepsi gerçekten çok iyiydi, o dönem ve sonrası Türkiye dağcılığının önemli isimleri oldular.
Kaya I’e katılabilmek için kontenjanım yoktu. Federasyondan harcırah, ulaşım, konaklama vb hiçbir destek de alamıyordum ama kimin umurunda, eğitime katılabilecek olmak çok iyiydi. Yeni şeyler öğrenebilecek ve tırmanabilecektim. Bu şekilde de olsa kabul edilmem, harikaydı. Eski dağ evinin arkasına çadır kuran bir gurupla birlikte yerleştim. Çok zevkli ve bence çok da başarılı bir hafta geçirdim. Tırmanma ve diğer fiziki kriterleri de içeren ‘Pratik’ açıdan, 100 üzerinden 100 almıştım ve en son da yapılan ‘Teorik’ sınava girdim. Çocuk oyuncağıydı, soruları fazlasıyla cevapladım, hatta resimlerine kadar gayet güzel çizdim. Sonuçlar açıklandığında, belki de sınıfın en düşük notunu almış ve eğitimden geçememiştim. Yıkılmıştım. O zamanlar dağcılık yapabilmenin tek yolunun federasyondan geçtiğini düşünebilecek bir zavallıydım ve elindeki her şeyi kaybetmiş bir sefil olarak dağ evi merdivenlerine oturmuş sessizce ağlıyordum. Öğleden sonra güneşi vücudumu ısıtıyordu ama bir an bir gölge üzerimi kapladı. Bu İzmir’de o zamanlar Dağcı isimli bir dükkânı olan Neşet Hakan Arsan’dı ve oraya henüz gelmişti. Onunla bir önceki yıl Antalya Kızlar Sivrisi kış tırmanışında tanışmıştık. Bana ne olduğunu sordu, sonra sessizce merdivenleri tırmandı ve içeri girdi. Kısa süre sonra Hakan’ın yükselen seslerini ve içerideki bağırmalarını duydum. Dışarı çıktı, büyük sırt çantasını sırtlanmamı istedi ve önüme düştü. O önde ben arkada, pek de konuşmadan Cimbar’a yürüdük. Güneş artık iyice ufka yaklaşmıştı ve Cimbar’ın içi zaten tamamen gölge idi. Durduk, Hakan çantasını baş aşağı ederek bir sürü malzemeyi yere döktü. Şaşkınlıkla bakıyordum, ne de çok malzeme vardı o çantada! Emniyet kemerlerini giydik, konuşmuyorduk. Benim ayağımda daha rahat kaya tırmanabileceğimi umarak ayağıma oldukça sıkı aldığım, Hi-Tec marka bir yürüyüş ayakkabısı vardı. Hakan çantasındaki Boreal marka, sert tabanlı ve uzun boğazlı kaya tırmanış ayakkabılarını bana verdi. Bir an gözlerim parladı, gerçek bir frikşın giyiyordum! Hakan yukarı baktı ve tırmanıp tırmanamayacağımı sordu. Frikşınları da ayağıma geçirmişim ki, ‘Üflerim!’ dedim. Hakan çene perlonları dahi olmayan, dış yüzeyine bandanasını sardığı kaskını başına kasket gibi taktı ve emniyetimi almaya başladı. Yaklaşık 20 metre kadar tırmandım ve bir sette istasyon kurdum. Hakan yanıma geldi ve ayaklarımızı setten aşağı sallayarak oturduk. ‘Gördüğün gibi, tırmanmak için federasyona falan ihtiyacın yok’ dedi. Bu benim için temel taşlardan biri oldu ve bir daha federasyon eğitimine gitmedim.
O Kaya I eğitiminin kamp müdürü ve idarecisi olan arkadaşım, yıllar sonra benim Eskişehir’den arkadaşlarımla Ankara’da içerlerken, benden ve bu eğitimden bahsetmişlerdi. O günden sonra başka bir federasyon eğitimine daha gitmediğimi duyunca hemen beni aramış ve o zaman için özür dileyerek, bunu kasıtlı olarak yaptıklarını, bize eğitim veren kimi eğitmenlerden dahi fazla bilgiye sahip olan bir ukala olarak onların canını sıktığımı, hem bir sonraki yıl aynı eğitime tekrar gelmenin iyi de olacağını düşündüklerinden bahsetti. Hiç önemli değildi, onu seviyordum ve tırmanış hayatımı, anlattığı şeyleri önündeki kâğıttan okuyan kişilere bağlamamayı öğreneli çok olmuştu. Bana eğitimin en büyüğünü, farkında olmadan verdiklerini söyleyerek teşekkür ettim ona.
Sonra KTÜ’den arkadaşım Yıldırım ile Aladağlar’da tırmanmaya başladık. Belli başlı zirveleri tırmandığımız gibi, kendimize bir bölge seçiyor, oraya gidiyor ve görünürde olan her yere o zamanlar elimize geçirdiğimiz rehber kitap ne ise oradan aldığımız bilgileri takip ederek tırmanıyorduk. Rehberimiz Ömer Burhan Tüzel’in kitabından veya Haldun Aydıngün’ün kitabından çekilmiş fotokopiler oluyordu. Tabii ki yazarlar, bu kitaplardaki tüm dağları ve tüm rotaları tırmanmamışlar, onlar da bu bilgileri derleyerek kitapları oluşturmuşlardı. Bilhassa Yedigöller’de Haldun Aydıngün kitabıyla tırmanmış, çoğu yerde verilen süreler ve zorluk derecelerindeki tutarsızlıklar dikkatimizi çekmişti. Zorluk derecelerini çok fazla büyütmüyorduk ama sürelerdeki tutarsızlıklar bizi şaşırtıyordu. Direktaş Kuzey Duvarı önündeki su kaynağı yanına kurduğumuz kamptan çevredeki hemen her zirvenin klasik rotalarını ve başka bazı rotalarını da tırmanmıştık. Evet, duvarı inceledikçe ve onu izleyerek bir haftaya yakın zaman geçirince duvarın oldukça davetkar, bizim gibi acemiler için fevkalade uygun olduğunu düşündük. Bir sonraki yıl, daha iyi hazırlanmış insanlar olarak gelip tırmanmayı planlayarak oradan ayrıldık.
Sonraki dönem benim için, bolca dağlara giderek ve hemen her haftasonu Eskişehir ayazında bivaklayarak geçti. Dağlarda mecbur kalacağım zorlu durumlar için antrenman yapıyordum. Aslında konforsuz bir sabahlama şekli olan bivaklamayı çok sayıda tekrar yaparak daha tahammül edilebilir hale getirmeye çalışıyordum. Özellikle en kötü hava şartlarında bivaklamaya çalışıyordum ve defalarca kez de bivaksız, yüksek kaya setlerinde sabahlamayı denemiş ve başarmıştım da.
Bunun dışında da olabildiğince çok kaya tırmanmaya çalışıyordum. O dönemde bolt kullanımı ve spor tırmanış bugünler gibi değildi elbette ve bizim gibi yeni yetmeler için tırmanmanın tek yolu geleneksel emniyet malzemelerini kullanarak kendi emniyetini almayı öğrenmekti. Yani eğer yukarı gideceksen, hattını kendin çizecek, emniyetini kendin alacak ve malzemelerini de kayadan temizleyerek uzaklaşıp gidecektin. Karakayalar’ın henüz keşfedilmediği o zamanlar Eskişehir’de ya Sündiken Dağları’nın arkada tarafına ya da Sivrihisar’a tırmanmaya giderdik. Kimin hangi hatları, tırmandığı, zorluğu ve tehlikeleri hakkında da bir bilgi, veri tabanı olmadığı için, genellikle sadece hissederek ve hayatta kalma amacını temel alarak tırmanışlara girişirdik. Eskişehir’deki arkadaşlarımızın federasyondan ödünç aldığı büyük bir hurç dolusu teknik malzeme ile her fırsatta Sivrihisar’a gidiyor ve kalabildiğimiz kadar kalarak tırmanmaya çalışıyorduk.
Galiba Direktaş’a tırmanmayı deneyecek kadar hazırdık.
DİREKTAŞ
Sıcak… Ağır çantaların altında ezilerek ama coşkuyla, Sobek Travel’in müşterilerinin çantalarını taşıyan katırlarla yarışmayı düşünebilecek kadar saf ve naif ama bir o kadar da motive şekilde Çelikbuyduran’a ulaşıyoruz. Yedigöllerin geniş manzarası her zamanki gibi büyüleyici. Sağımızda Kızılkaya, solumuzda Emler, aşağı doğru baktığımızda Yedigöller, Direktaş, Kızılyar ve Hacer Boğazı... Şu an yazarken bile beni heyecanlandıran, gülümseten bir görüntü.
Aşağı inip kampı kuruyoruz. Bizden biraz sonra üç kişi daha geliyor, Doğan Palut, Batur Kürüz ve Murat Kandi. Kızılyar Kuzey Duvarı’nda yeni bir rota ve duvarın ilk Türk tırmanışı için gelmişler. Aynı gün duvarda başka ‘Türk’lerin de olduğunu öğreniyoruz. Ankara’dan Bora Maviş, Salim Kayhan, Tuba Orbay İtalyan Rotası üzerindeler. Rekabet kötü bir şey değildir ve gelişmeyi körükler, buna şahit olmak da güzel bir duygu. Doğan ve Batur’un isimlerini dergilerden biliyorum ve onlar da ertesi gün, 14 Eylül 1997 tarihinde Kızılyar Kuzey Duvarı’na gireceklerdi ama Murat Kandi benim için tamamen yabancı idi. Altında bir kot pantolon ve belinde kocaman bir deri kemer var. Doğan ve Batur iki kişilik bir küçük çadıra yerleşiyorlar. Ertesi sabah Murat’ı o çadırın hemen yanında, açıkta sabahlamış olarak bulunca paralize oluyorum. Çadırı yok mu acaba? Hep birlikte sığamazlar mıydı? Tırmanış bu kadar mı önemli? Buradan öğrenmem gereken bir şeyler mi var? Diye düşünüyorum. Biz de küçük çadırımızda üç kişiydik ama bilseydik onu yanımıza alır, dışarıda yatmasına izin vermezdik diye noktalıyorum düşüncelerimi.
Daha sonra Murat Kandi 24 Aralık 1999’da bu rotanın ilk kış tırmanışını yapacaktı.
Gece duvarda kalan tırmanıcıların fenerlerini görüyoruz. Doğan ve Batur sabah çok erken kalkarak duvara girişmişler. Biz de çok oyalanmadan, önceki günden hazırladığımız bizi her seferinde gülümseten miktardaki malzememizi kuşanıyoruz. Aslında üzerimize aldığımız malzeme miktarını çok da abartmış sayılmayız. Sadece iki tam ip almış olmamız sanırım tecrübe kazandıkça anlaşılan bir adımdı. Bilemiyorum, belki üç kişi olduğumuzdan, belki iple inmemiz gerekirse mesafeleri uzatmak için ve belki de yedek ip olarak almıştık. Bilemiyorum ve şu an sebebimizi de anlayamıyorum. Komik görünüyor olmalıydık…
Duvarın tarihçesiyle ilgili, bahsettiğim iki yerli Aladağlar kitabında yazanlar dışında bir bilgimiz yoktu. Dedikodular demiştim ya, bir sürü çok iyi(?) tırmanıcının bu dağlarda bir sürü tırmanış yaptığına dair hikayeleri kulaktan kulağa şeklinde duyuyorduk ve bunun kadar kolay bir duvar hattının muhakkak bizden önce tırmanılmış olması gerektiğini düşünüyorduk ama bir bilgiye de ulaşamamıştık.
14 Eylül sabahı çok da acele etmeden duvara vardık. Diagonal rotaya sol en altından başlamak yerine, yüzeyin tam ortasında bir yerlerden girip, dik tırmanarak bariz diagonal hattın üzerine çıkıyoruz. Sıkıntı yaşamıyoruz, hatta motivasyonumuz daha da yükseliyor. Duvar tırmanmak, korktuğumuz kadar da ezici bir şey değilmiş gibi geliyor. Yıldırım’da şimdi aramızda olmayan Erdem Tapul’dan ödünç aldığı bir frikşın var. Ben de mecbur kalırsam zorlayarak giyerim diye düşündüğüm yırtık pırtık ama daha kötüsü ayağıma fazlasıyla küçük bir ödünç frikşın var. İbrahim’de o da yok… Çıkamayacağımız kadar zor bir bölüm olursa, Yıldırım’daki frikşını değişerek giyeriz diye düşünmüştük.
Devam ediyoruz. Tırmanış problemsiz sürüyor ve diagonal hattın, hemen sonundaki duvar yüzeyinden minik bir sivri kulecikle ayrılan kilidine doğru yaklaşıyoruz. Frikşın, taşıdığımız bunca emniyet malzemesi, sikkeler ve çift ip özellikle burayı düşünerek aldığımız şeylerdi. Ancak ayaklarımızdaki yürüyüş ayakkabılarıyla, frikşınlara da ihtiyaç duymaksızın ve zorlanmadan burayı da aşıyor ve dağın öbür tarafın dönerek, bizim önceden de iyi hatırladığımız klasik rotasına bağlanarak son etabı bitiriyor ve zirveye varıyoruz.
Rahatlıyor ve mutlu oluyoruz ama özel bir kutlama da yok. Bir iki fotoğraf çektikten sonra, klasikten aşağıya iniyor ve kampa dönüyoruz.
Keyifli bir akşam geçiriyoruz. Sabah kahvaltı ardından, ben ağır çantama, Eskişehir’e götüreceğim bütün duvar tırmanış malzemesi ve iki tam ipe ek olarak dört litre daha su ekleyerek Yasemin Geçidi’ne doğru tırmanıyorum. Geçitten inip, Külah başlangıcında çantamı bırakıyor ve Büyük Demirkazık zirvesine çıkıyorum. Ardından aşağı inip, çantamı tekrar yükleniyor, Büyük ve Küçük Demirkazık’lar arasındaki bele ulaşıyorum. Burada muhteşem yıldızlar altında bivak atıyor, ertesi gün Küçük Demirkazık’a da tırmanıp, Apışkar’dan Demirkazık Köyü’ne dönüyorum.
Evet, bu yazdığım hatıralar Tunç Fındık’ın Aladağlar Dağcılık ve Tırmanış Rehberi kitabı 2016’da basılıncaya kadar, kendi notlarımızda ve aramızdaki keyifli sohbetlerde hapis kalmıştı. Bu bilgi öylesine kilitli kalmıştı ki, kitabın yazarı bile doğal olarak bundan habersizdi ve rotanın ilk Türk tırmanışını kendilerinin yaptığını düşünmüştü. Kitapta geçen bilgiler, tarihlerle karşılaşınca 14 Eylül 1997’de üç yeniyetme arkadaş olarak, ilk duvar tırmanış denememizde, yeni başlayanlara önerilebilecek Direktaş Diagonal Cambridge rotasının ilk Türk tırmanışını yaptığımızı fark ettik.
Ne biz önemliyiz ne de tırmanışımız ama sadece bu yaşanmışlık kaybolup gitmesin istedik. Umarım bunaltmadım sizi…
Nurettin Özcan