O gün koşarken bana eşlik etmesi için çok sevdiğim bir podcasti[1] açmıştım. Macera peşinde koşanlardan bahsediyorlardı. Anlatıcılardan biri; Eray Özer, Mattew Walker isimli bir maceracının (kendini böyle tanımlıyor) oluşturduğu, bir şeyin macera sayılması için olmazsa olmaz beş unsuru söyle sayıyordu:[2]
1. Bu şeyi yapabilmek için yüksek çaba ve gayret göstermek
2. O işe, o an tamamen adanmış olmak
3. Beklenmedik sonuçlara hazırlıklı olmak
4. Yaşanabilecek tersliklere karşı tolerans göstermek
5.Yoldaşlık yapabilmek, takım olabilmek
Bu unsurları kusursuz bir şekilde bir araya getiren şey Özgür Mumcu’ya göre hayatın ta kendisi olsa da, ben bunu dağcılığın bir özeti olarak kabul edeceğim.
Seneler önce kısa bir trekking faaliyeti ile başlamıştı benim dağcılık hayatım. Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Bir atama ile Bursa’ya taşınmış ve bir hastanede diş hekimi olarak göreve başlamıştım. Doğayı çok sevdiğimi bilen ve keyif alacağımı düşünen çalışma arkadaşım beni bir dağcılık kulübü ile tanıştırmıştı; Uludak. Hemen ardından dağcılığa yeni başlayan birinin katılabileceği en hafif faaliyetlerden birine davet edilmiştim. Kış aylarından biriydi ve Bursa’ya yakın Atlas Köyü’ne doğru ilerleyen yaklaşık 15 kilometrelik bir parkurda yürüyecektik.
Faaliyet öncesi gönderilen uzunca bir listeden birkaç tane olmazsa olmaz malzemeyi satın alıp, yürüyüşe hazır olmaya çalışmıştım. Ertesi gün sabah erken bir saatte buluşup faaliyete başlamış, uzun boyuma rağmen dizimin üstüne gelen karlara bata çıka saatlerce (?) yürümüştük. Ödünç verilen batonları elime oturtamayışımı, uygun olmayan ayakkabılarıma giren karları, ardından soğuktan hissetmediğim ayaklarımı, gücümün sanki sonuna gelmişim gibi hissettiğim bitmek bilmeyen yokuşları dün gibi hatırlıyorum. O akşam eve döndüğümde aynada yorgunluktan ve soğuktan dağılmış yüzüme bakarken garip bir şekilde kendimle gurur duymuş, yürüyüşü bitirebilmiş olmanın zaferini yaşamıştım. Aynı zamanda bazı anlarda ne kadar zayıf hissedebildiğimi ve görünen tepeye doğru ulaşmaya çalışırken zamanın nasıl da büküldüğünü, neredeyse ilerlemediğini fark etmiş ve çok şaşırmıştım. Dağcılığın bir sabır işi olduğunu o gün öğrenmiştim. Molada uzatılan sıcak çayın zevkini, paylaşılan ekmek arasının tadını, sessizce ilerlerken karda çıkan ayak seslerini, ağaçların heybetini, kuşların cıvıltısını, gökyüzünün rengini tüm hücrelerimde hissetmiştim. Alışılmadık bedensel ve zihinsel bir zorluğun arasında, şehirdeki hayatı tamamen unutabilmek beni tam anlamıyla büyülemişti.
İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adımdı ve hayatım o günden itibaren yol değiştirmiş, yol hem dağlara hem kendime doğru uzamaya başlamıştı. 10 sene içinde alpinizme yalnızca küçük bir göz kırpış kadar yaklaşabilmiş ve performansım şimdinin yeni tanımı "Soft Mountain Athlete"’[3]seviyesinde kalmış olsa da, her dağcılık faaliyeti beni çoğu kez konfor alanımdan uzaklaştırarak sınırlarımı görmemi sağlamış ve kendimi daha iyi tanımama yardımcı olmuştu. Tüm dağcılık tanımlarından, etiketlerden bağımsız, kurtarılmış ve keşfi sonsuz bir alan bulmuştum ve onu bırakmaya pek de niyetim yoktu.
Basit bir şekilde, kişinin zorlu bir etkinliğe kendisini tamamen kaptırdığında hissettiği yoğun varoluş hissi olarak açıklanabilecek "Akış" [4] felsefesini ortaya atan Dr. Csikszentmihalyi’e göre, yaşadığımız çağda tüm bu konfor artışı, para ve sınırsız lükse rağmen mutluluk oranları değişmiyordu[5] . Sahip olduğumuz çoğu şeyin pek de bir anlamı yoktu. O zaman insanı gerçekten mutlu eden neydi? Ya da aslında daha önemlisi, ne zaman ve ne yaparken gerçekten varolduğumuzu hissediyorduk?
Journal of Environmental Psychology'nin Haziran 2010 sayısında yayınlanan bir dizi araştırmaya göre[6] doğayla iç içe olmak insanı daha canlı hissettiriyordu. Araştırmalar, bu artan ‘yaşama’ duygusunun, genellikle yapılan fiziksel aktivite veya sosyal etkileşimin enerji verici etkilerinin ötesinde bir durumun var olduğunu gösteriyordu. Bu durum, özellikle dağlarda tüm duyularınızla o anda olmanızı sağlayan (akış)[7] , kendi benliğinize doğru tutkulu bir maceraya dönüşüyordu. Öyle ki, dünyanın en iyi kadın dağcıları arasında gösterilen Wanda Rutkiewicz bunu şöyle açıklıyordu[8]
“Dağlar kendimi evimde hissettiğim huzur vahalarımdı. Benim için her şey anlamına geliyorlardı. En mutlu olduğum yer zirvelerdi. Çünkü rüzgarın okşayışı, güneşin ısıttığı kayanın kokusu, zihinsel gerginliğin birden uçup gitmesi ya da bir bardak sıcak çay gibi basit şeyler öylesine büyük sevinç ve mutluluk sunarlar ki insana. Dağlar benim yaşamımın içsel gücü oldu. Tırmanmak gibi bir tutkudan kaçış yok; ölüme giden yol olsa bile.”
Efsanevi Alman dağcı Reinhold Messner, maceranın bir spor olmadığını, daha çok kişisel ve özel deneyimlerden oluştuğunu söylüyordu[9] . Planlı bir belirsizlik içinde, dağların izin verdiği ölçüde kilometrelerce ilerleyip, yüzlerce metre yükselirken, bir adımını diğerinin önüne atmak gibi basit bir hareket için tüm varlığın ile orada olman gerekiyordu. Tüm gücünü sonuna kadar ortaya koymalı, egolarından sıyrılmalı, arkadaşına yoldaş olmayı ve ona güvenmeyi öğrenmeliydin.
Dağların kralı olarak anılan Hermann Buhl ise Özgür Mumcu’ya göz kırpıyor; sanki hayatı tanımlıyordu[10] :
“Dağcılık dur durak tanımayan bir takiptir. İnsan tırmanır, tırmanır ama menzile ulaşamaz. Belki de dağcılığın kendine özgü çekiciliği de buradadır. İnsan asla bulunamayacak bir şeyin peşinde koşar durur… Dağcılık bir spordan daha öte bir şeydir. Dağcılık bir tutkudur… Dağlar benim yuvamdır. ”
Bugün Uluslararası Dağlar Günü[11] . Şu an modern dünyamızın gidişatına bakıyorum. Konfor alanımızın merkezinde, yaşam ve toplum için gerçekten önemli olan ilkelerden giderek uzaklaştığımızı hissediyorum. Tırmanma ya da dağlarda bulunma eylemini bir spordan öte, bazı değerlere tutunmanın bir yolu olarak görüyorum. Çünkü her şeyi kısa bir süreliğine de olsa bırakıp sadece uzaklaşmak için dağlara doğru yol almak ve oradayken ne yapıyorsan, kiminle berabersen ondan zevk almak, üzerine birazcık kendi bakış açını kattığın bir macera hikayesiyle şehirdeki yuvana dönmek muhteşemdir. Yoga, meditasyon, kilometrelerce koşmak ya da yürümek; buna yardımcı olan her neyse büyülü olan odur.
Wanda’nın da dediği gibi[8] “Her yolun bir başı, bir de sonu vardır. Dünyanın en yüksek yerlerinde tehlikenin peşine düşenlerin bu davranışı üzerine yorum yapmak ya da yaptıklarının ne anlam ifade ettiğini anlatmalarını beklemek bize düşmez. Bize düşen dağların güzel havasını ciğerlerimize çekmek ve varolduğunu hissettiğin anların tadını çıkarmaktır. Dağlar her zaman bizim yuvamızdır.*
Berçem Kalender
İletişim: brcmklndr @ gmail nokta com
Referanslar
[1] Podcast bölümü: Özgür Mumcu ve Eray Özer ile Yeni Haller/ Maceranın peşinde
[2]Adventure in Everything: How the Five Elements of Adventure Create a Life of Authenticity, Purpose, and Inspiration, Matthew Walker
[3]Piotr Próchniak, 2020, Coping with Stress and Pain in Hard and Soft Adventure Mountain Athletes, University of Szczecin, Institute of Psychology
[4]Mihaly Csikszentmihalyi, 2004, "What makes a life worth living?" www.ted.com
[5]Prof. Dr. Mihaly Csikszentmihalyi, Akış: Mutluluk Bilimi, Buzdağı Yayınları
[6]Richard M. Ryan et all., Vitalizing effects of being outdoors and in nature, 2010, Journal of Environmental Psychology
[7]Alper Günay, 2020, Dağcılıkta Akış ve Performans, www.climbingworld.org
[8]Gertrude Reinisch, Hayaller Kervanı, Wanda Rutkiewicz’in Yaşamı, Homer Kitabevi
[9]Caner Eler, Kendi Dağlarımız, 2018, Socrates Dergi, Sayı:42
[10]Hermann Buhl, Dağlar Benim Yuvamdır, Homer Kitabevi
[11] 11 December, International Mountain Day, United Nations
*Hermann Buhl, Dağlar Benim Yuvamdır kitabından alıntıdır.