Marmolada_Banner.jpg

Bundan tam 16 yıl önce, HÜDDSK[1]’ten döt kişilik bir ekip, Parmakkaya’nın ilk çıkışını gerçekleştirmek hayali ile bilinmeyen bir sona doğru yola koyuldu.Aşağıdaki yazı, bu maceraperestlerin hiç beklenmedik bir sürpriz ile biten öyküsünü anlatırken bir taraftan da 1980’li yıllardaki ülkemiz dağcılığına ilişkin küçük çapta da olsa bir kesit sunmayı hedeflemektedir sizlere.

Metin, Alpaslan Kara ile 2001 yılında yaptığım röportaj üzerine inşa edilmekle birlikte, tırmanışa iştirak eden Orhan Özçalık, Ufuk Özgöz ve Tanju Sofu’nun değerli katkıları ile de desteklenmiştir. Öyküleştirilerek kaleme aldığım çalışmadaki her olay, bana aktarılan bilgilere dayandırılmış, gerçeklere sakudık kalınarak ele alınmıştır. Buna karşın, kimi diyalogların da öykünün akıcılığını sağlamak amacı ile tarafımca kurgulandığını belirtmek isterim.

Gerçeklere bağlı kalmak adına oldukça yorulduğum bu çalışmada, bana yardımı olan herkese teşekkür eder, öyküyü beğeni ile okumanızı dilerim.

Burak Özdoğan

Teşekkürler:

Bu çalışmanın hayata geçmesinde büyük katkıları olan sevgili Alpaslan Kara'ya, Orhan Özçalık'a, Ufuk Özgöz ve Tanju Sofu'ya verdikleri yüreklendirici destek ve gösterdikleri anlayıştan dolayı canı gönülden teşekkürlerimi sunarım.

Aşağıda sunulan metin ilk kez Takoz Dergisi Ekim-Aralık, 2002 tarihli 16 numaralı sayıda yayınlanmış olup Takoz dergisi editörü sevgili Arif Mithat Amca'nın onayı ile tirmanis.org da tekrar sizlerin beğenisine sunulmuştur. Sevgili Takoz dergisine gösterdikleri anlayış için ayrıca teşekkür ederim.

Sevgili Pınar Kavak'a metindeki eksik yerlerin tekrar dijital ortama aktarımındaki yardımı için teşekkür ederim.

Nane İle Başlayan Bir Parmakkaya Öyküsü

10 Temmuz 1986 Perşembe günü, akşam saatlerinde Aladağlar - Akşam Pınarı vadisindeki kelerlerin birinden oldukça hararetli sesler yükseliyordu. Has bel kader bir araya gelmiş bulunan bir filozof, bir işletmeci, bir psikolog ve bir fizikçi şiddetli bir tartışmanın ortasındaydılar:

“Ne olur sanki bir kereliğine katlansan!” diyerek öfkeyle çıkıştı fizikçi olanı. İsmi, Tanju Sofu idi. Yirmi yedi yaşındaki Tanju, dört kişilik tırmanış ekibinin en yaşlı ve en tecrübeli üyesiydi. Ekip arkadaşları ile kıyaslandığında entelektüel sayılırdı. Çok konuşkan biri olmamakla birlikte paylaşmayı seven, güçlü karakterli ve arkadaş canlısı bir insandı. Hacettepe Üniversitesi Fizik bölümünü bitirip asistan olarak okulda kalmıştı. Atom fiziğine karşı büyük ilgi duyuyor, günün birinde bu alanda çalışmalar yapmak istiyordu.

Maddenin yapı taşına hayli meraklı olan Tanju Sofu, konu ağız tadı olduğunda ise yemeklerde baharat kullanmaktan pek bir hoşlanırdı. Hele hele naneye bayılırdı. O gün de her zaman yaptığı gibi, pişirdiği akşam yemeğinin içine bir tutam nane atmakta herhangi bir sakınca görmemişti. İşte ne olduysa bu bir tutam nane yüzünden oldu... 

“İyi de neden bana sorma gereği duymadın!” diyerek şiddetle karşılık verdi Ufuk Özgöz. Baharattan hoşlanırdı ama kendisine sorulmadan yemeğe nane boca edilmesi, nedense kafasının tasını attırmıştı. Ufuk, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji bölümünde okuyordu. Ekibin, en fırlama ve en neşeli karakteriydi ve aynı zamanda en de genci: Yirmi bir yaşındaydı. Kısa boylu, iri kemikli, atletik yapıda biriydi. Oldukça güçlü kuvvetli kollara sahipti. Öyle ki, arkadaşları Ufuk’un sadece kolları sayesinde iyi tırmanabildiğini, aslında tekniğinin zayıf olduğunu düşünürlerdi.

Ufuk ve Tanju kıyasıya atışmaktaydılar. Nane yüzünden başlayan tartışma gittikçe büyüyor, içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Olanları şaşkınlık içinde izleyen, ekibin diğer iki üyesi Orhan Özçalık ve Alpaslan Kara’nın da keyfi iyiden iyiye kaçmış, kara kara düşünmeye başlamışlardı. Zira oldukça ciddi bir tırmanışın arifesindeydiler: Ertesi sabah bilinmeyenler ile dolu Parmakkaya’nın zirvesine doğru yola koyulacaklar ve belki de Parmakkaya’nın ilk Türk çıkışını gerçekleştirerek evlerine döneceklerdi. Ancak daha şimdiden sinirler fazlasıyla gerilmişti. Üstüne üstlük sebep ise bir tutam naneydi sadece.

Neden sonra, yaşanan arbede duruluverdi. Çadırları olmayan dörtlü, karınları guruldayarak kelerin içine serdikleri tulumlarına çekildi. Bol naneli akşam yemeğine dokunulmamıştı bile. Yaşayacakları maceraya dair yüreklerinde türlü duygular besleyen gençler, birer birer Akşampınarı vadisinin sessizliği içinde uykuya dalıp gittiler.

Birkaç ay önce...

Ankara, Demirlibahçe mevkii- Tanju Sofu, renk renk, derme çatma evlerin kümelendiği gecekondu mahallesinin dar sokakları arasında süratli adımlarla ilerliyordu. Yepyeni bir tırmanış projesinin heyecanı ile atılan güçlü adımlar, yaz habercisi olan sıcaklar ile birleşince ter içinde bırakmıştı genç adamı; uzun kollu lacivert gömleği sırtına yapışmış, alnından boncuk boncuk ter damlacıkları akar olmuştu. Tanju sofu, bahçeli evlerin önünden geçerek, yeşil badanalı kendi halinde bir gecekonduya yöneldi. Merdivenleri bir çırpıda tırmanarak üçüncü kata ulaştı. Eşikte duraksamadan sokak kapısının tokmağına uzandı, kapıyı hafifçe itekleyerek içeri daldı. Zile basmak ihtiyacı hissetmemişti zira sokak kapısının ne kilidi vardı ne de zili. 

Orhan Özçalık’ın yaşadığı bu ev, kimi zaman Alpaslan Kara ve Ufuk Özgöz’ün de kaldığı kibrit kutusunu anımsatan ufacık bir öğrenci eviydi. Uyduruk iki odası ve küçük bir de mutfağı vardı; banyosu yoktu. Orhan Özçalık, resim yapmaktan çok hoşlandığı için evin neredeyse tüm duvarlarını çizdiği resimler ile doldurmuştu. Boş kalan yerlere ise el yapımı, tahtadan oyulmuş tırmanış tutamakları çakılmış, dağcılık ile ilgili fotoğraflar ve çıplak kadın posterleri yapıştırılmıştı. 

Tanju Sofu, içeri geçtiğinde kararlaştırdıkları gibi Orhan Özçalık, Alpaslan Kara ve Ufuk Özgöz kendisini bekliyorlardı. Bir kenara oturdu, ferahlamak arzusuyla terli gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. Yapılan gündelik sohbetlerin ve o sıralar ülke gündeminde yankıları devam eden Çernobil Nükleer Santrali’nde yaşanan kaza hakkında laflamalardan sonra, Tanju Sofu asıl konuya girdi:

- Bu çıkışı ben gitmeden yapalım çocuklar! Bunu bana armağan edin, diyerek arkadaşlarına tebessüm etti. Tanju, kısa bir süre sonra Amerika’ya gidecek, kariyerine orada devam edecekti. Türkiye’den ayrılmadan önce Parmakkaya’ya tırmanmayı çok istiyordu. 

Ufuk Özgöz’ün, Tanju Sofu ile çok fazla samimiyeti yoktu fakat Tanju’nun bu isteği, Alpaslan Kara ve Orhan Özçalık için ayrı bir önem taşıyordu; bir nevi vefa borcu da denilebilirdi buna. Zira ikisi de dağcılık alanında bildikleri çoğu teknik bilgiyi Tanju Sofu’dan öğrenmişlerdi. Tanju, onların hem yakın bir arkadaşı hem de bir nevi eğitmenleri idi. 

- Çıkarız evvel Allah... Merak etme sen, dedi Ufuk Özgöz fazla düşünmeden.

- Hem HÜDDSK ’ün kuruluşunun 10. yılına da denk geliyor. Anlamlı bir tırmanış olur, diyerek ekledi Tanju Sofu.

Orhan Özçalık, tüttürdüğü Maltepe sigarasından derin mi derin bir nefes çekti, ardından da kendine güvenir bir eda ile dumanlı bir iddia attı ortaya: 

- Vallaaa... Ben sizi boyuna kadar çıkarırım.

Orhan ve Tanju ekipteki en iyi tırmanışçılardı. Aralarında hissedilebilir bir rekabet mevcuttu. 

Kendine güvenen mizacıyla tanınan Orhan Özçalık, Hacettepe Üniversitesi Felsefe bölümünde okuyordu. Yirmi beş yaşındaydı. Bir sene kadar önce Hollandalı üç tırmanışçı ile birlikte oluşturdukları ekiple Parmakkaya’yı denemişler, boyuna kadar gayet rahat gitmişlerdi. Birinci ip boyunu Orhan’ın lider tırmandığı bu denemede, tırmanışçılar ilk istasyondaki oyukta bir defter ile karşılaştılar. Yalçın Koç’a ait olduğu anlaşılan defterde: “Bu defteri buraya kadar çıkardık. Umarım bundan sonra gelen dağcılar bu defteri daha yukarılara taşırlar,” şeklinde bir not yazılıydı. Defteri orada bırakıp tırmanışa devam eden ekip, boyuna vardıktan sonra sağa doğru yönelerek duvarın kuzey tarafına geçmiş ancak karşılarına negatif bir kaya yüzeyi çıkınca zirveyi denemekten vazgeçip geri dönmüştü. 

Tanju Sofu, Orhan’a bıyık altından gülümseyerek karşılık verdi:

- Sen bizi boyuna çıkar; gerisini biz hallederiz. 

- Tamam, dedi Orhan onaylarcasına başını sallayarak. Kısa süren bir sessizlik oldu. 

- Boyunda bir gece bivak atar, ertesi gün de zirveye devam ederiz, diye ekledi Tanju Sofu.

- Vaay! Duvarda yatacağız ha! dedi Ufuk Özgöz heyecanla, harika ya!

- Hepsi iyi hoş da, teknik malzememiz yeterli değil; bir şekilde toparlamak lazım arkadaşlar. 

Alpaslan Kara, mühim bir konuya parmak basmıştı. Tanju, Orhan ve Ufuk, düşünceli düşünceli Alpaslan’a baktılar. Orhan, “Apo, her zaman ki gibi gene takılacak bir şey buldu,” diye düşündü.

Ekipteki herkes gibi Alpaslan Kara da Hacettepe Üniversitesi’nde öğrenciydi: İşletme bölümünde. Yirmi dört yaşındaydı. İlk bakışta uzun boyu, kalın kara kaşları ve ışıkta kararan iri camlı kolormatik gözlükleri ile göze çarpıyordu. O da Ufuk ve Orhan gibi bıyık ve sakal bırakmıştı. Genelde sessiz mizaçlı fakat muhalif bir yapısı olan, muhalif olduğundaysa itiraz etmekten çekinmeyen, ekibin diğer üyeleri gibi nevi şahsına münhasır bir kişiliğe sahipti. 

Alpaslan Kara’nın, dağcılığa başlangıcı 1982 yılında HÜDOSK’a girmesiyle oldu. Ufuk Özgöz ve Orhan Özçalık ile tanıştıktan sonra birlikte tırmanmaya başladılar. Ufuk, öğrenim hayatına hayli özen gösterdiğinden tırmanışa fazla vakit ayırmıyordu; okulu boşlayan Orhan ve Alpaslan ise sık sık dağa gitmekteydiler.  O dönem HÜDDSK’te ise bir önceki kuşaktan Kamil Erciyes etkindi; sonraları o da kulüpten ayrıldı. Bunun üzerine Apaslan, Orhan ve Ufuk, HÜDDSK’ün eğitimlerini üstlendiler ve aktif olarak çalışmaya başladılar. 

- Takma oğlum kafana, diyerek Alpaslan’ı geçiştirmek istedi Ufuk Özgöz, elimizdeki sikkelerle falan hallederiz, eksikleri de eşten dosttan ister, bir şekilde toparlarız.

- Sen neden bahsediyorsun be abi! Sikkeye gelinceye kadar önce kuşam[2]  bulalım, kuşamımız yok. Hadi onu bulduk diyelim, sikkeleri nasıl çakacağız? Kaya çekicimiz bile yok, diyerek Ufuk’a çıkıştı Alpaslan Kara. 

- Yok yok, Apo haklı. Elimizdeki malzeme Parmakkaya gibi zorlu bir zirve için biraz yetersiz, diyerek Alpaslan’a hak verdi Tanju Sofu, ne yapıp edip bir yerlerden bulmak lazım eksik malzemeleri.

Her ne kadar 1980’li yıllar, teknik tırmanış anlamında Türk dağcılığında altın çağın[3]  başlangıcı olarak görülse de teknik malzeme edinmek kolay olmuyordu. Tam anlamı ile dağcılık malzemesi satan herhangi bir mağaza yoktu. Sadece Ankara’da Güven Spor, zaman zaman askeri amaçla sikke, takoz vb. teknik malzemeler getirtir, eğer artan malzeme olursa da bunları perakende satışa çıkarırdı. Hal böyle olunca, dağcıların birçoğu kendi malzemelerini kendileri üretmeye çalışıyor, şansı veya parası olanlar ise yurt dışından getirtiyordu. 

- Ulan, ADB’lilerdeki malzeme bizde olacaktı ya, hiç sorun yaşamazdık, diyerek iç geçirdi Orhan Özçalık.

O yıllarda Anadolu Dağcılar Birliği (ADB), tırmanış malzemesi açısından en zengin kulüptü. Sürdürdükleri bürokratik girişimlerin ardından, Alman Hükümetinden on adet dağcıyı tam olarak donatmaya yeterli dağcılık malzemesi yardımı almıştılar. Deutscher Alpen Verein[4] 'ın hibe ettiği ip, takoz, sikke vb. teknik malzemeler sayesinde ADB’li dağcılar daha önce ulaşamadıkları düzeyde teknik tırmanışlar yapmaya başladılar.

- Doğru diyorsun. Adamların ne biçim malzemeleri var ya! Çoğunu kataloglarda dahi görmemiştim, dedi Tanju Sofu, başını iki yana sallayarak.

- Sen asıl Ömer’in tırmanış ayakkabılarını görmedin! Bilim kurgu filmlerinden fırlamış gibi garip bir şey, dedi Alpaslan Kara. Odada hayıflanma ile karışık bir gülüşme oldu.

- Heriflerin havalarından geçilmiyor Hüseyingazi’de, dedi Ufuk Özgöz ciddi bir ses tonu ile.

Alpaslan, Orhan ve Ufuk, Hüseyingazi’deki Peksimet kayasında istasyon kurmadan, rotanın tepesine çıkıp belden emniyet alarak Allah’a emanet tırmanışlar yaparlarken, ADB’li dağcılardan Recep Çatak, Ömer Tüzel ve Batur Kürüz üçlüsü, sahip oldukları cafcaflı teknik malzemeler ile kitabına uygun göz alıcı tırmanışlar yapmaktaydılar. Ömer Tüzel, babasının hediye ettiği kaya tırmanışı ayakkabılarını giyerdi; bu ayakkabılar belki de bir Türk tarafından giyilen ilk frikşınlardı. 

- Neyse ki, Güven Spor’dan aldığımız malzemelerle biraz olsun beli doğrulttuk, önceleri hepten acınacak durumdaydık, dedi Alpaslan Kara.

ADB’li dağcıları özenti dolu bakışlarla izleyen Alpaslan, Orhan ve Ufuk, teknik malzeme olmaksızın ciddi bir tırmanış gerçekleştiremeyeceklerini kısa zamanda anlamışlardı. Ellerindeki yegane teknik malzeme akıbeti meçhul bir adet karabina ve HÜDDSK’te bulunan kırmızı renkli eski bir kangal ipten ibaretti. Bunun üzerine Orhan Özçalık çok sevdiği kocaman teybini, Alpaslan Kara da gözü gibi baktığı pul koleksiyonunun önemli bir bölümünü satıp Güven Spor’dan beş adet eksantrik, altı adet sikke, iki adet de karabina aldılar. Böylece, yaptıkları kaya tırmanışı çalışmaları daha teknik ve daha anlamlı bir şekle bürünmüştü. 

- Hollandalıların ikramını da unutmamak lazım, adamlar resmen ihya ettiler bizi, diye ekledi Orhan Özçalık, elindeki sigarayı kül tablasına bastırarak.

Bu noktada, HÜDDSK’lü tırmanışçıların dört ayak üzerine düştükleri enteresan bir olaya değinmek gerekiyor: 

Günlerden bir gün, Orhan Özçalık ve Alpaslan Kara, Demirlibahçe’deki, kapısında kilidi olmayan evlerine girdiklerinde tuhaf bir manzara ile karşı karşıya kaldılar: Döşemenin üzerinde, nereden geldiği belli olmayan bir dolu teknik malzeme duruyordu. Şaşkına dönen gençler, dikkatli bakınca malzemelerin yanında bir de not buldular. Notta: “Geldik ama sizi evde bulamadık. İki gün evinizde kaldık. Çok üzgünüz,” diye yazıyordu. Notun altında da bir süre önce dağda tanıştıkları Hollandalı tırmanışçıların isimleri yazılıydı. Anlaşılan o ki, evlerinde misafir olan Hollandalılar, bu iyiliğin altında kalmamak için HÜDDSK’lü tırmanışçılara teknik malzeme bırakmışlardı. “Ulan bunlar Hollandalı dağcılar, herhalde sakat malzeme bırakmamıştırlar,” diye düşünen Orhan ve Alpaslan, bu sayede bir dolu Stubai marka karabina,  iki adet 11 mm ve bir adet de 9 mm dinamik ip sahibi oldular.

- Doğru diyorsun, dünyada böyle adamlar da var işte, dedi Alpaslan. Gömleğinin cebindeki Maltepe paketini çıkardı, bir sigara aldı, bir tane de Orhan’a uzattı; paketi fırlatırcasına sehpanın üzerine bıraktı. Onları gören Ufuk da müptelası olduğu filtreli Bafra sigaralarından yaktı bir tane. Tanju Sofu, sigara kullanmıyordu. İyice duman altı olmaya başlayan odada gözleri yanmaya başlamıştı. Temiz ciğerlerinde arkadaşlarının dumanlı nefesini gezindirmek fikrinden rahatsızlık duyuyordu. Fakat konuştukları konu itibari ile ses etmekten vazgeçti, sadece biraz yüzünü ekşitti. 

- Daha önce Parmakkaya’ya gerçekten kimse çıkmamış mı, diye sordu Ufuk, Tanju Sofu’ya dönerek.

- Bildiğim kadarı ile hayır, dedi Tanju, yalnız köylüler Parmakkaya’nın tepesinde tuhaf bir ışık gördüklerine dair ilginç hikayeler anlatırlar hep. 

- Tuhaf bir ışık mı; nur yağmıştır be abi, diyerek muzipçe güldü Ufuk Özgöz.

- Hayır abi, diyerek duraksadı Tanju, kastettiğim kafa feneriydi. 

- Yani birileri Parmakkaya’ya çıkmış olabilir diyorsun ha?

- Pek sanmıyorum... Belki yabancılar çıkmıştır; bizlerden biri yapsaydı şimdiye dek bin kez duyardık, dedi Tanju.

Her ne kadar kendi bilmese de Tanju Sofu haklıydı. Tam on beş sene önce, 1971 yılında, Amerikalı John Waterman ve Türk asıllı Dennis Mehmet, bugünkü klasik rotadan Parmakkaya’nın zirvesine ulaşmışlardı. Fakat, 80’li yıllarda bilgiye erişmek dağcılık malzemesi edinmekten neredeyse daha zor olduğu için, HÜDDSK’lü tırmanışçılar aradan on beş sene geçmiş olmasına rağmen böyle bir çıkışın yapıldığından bihaberdiler. Bildikleri yegane şey, Türk dağcılarının Parmakkaya’yı denedikleri ancak bir türlü muvaffak olamadıkları idi. Gerçekleştirilen en başarılı denemenin ise, 1980 yılında zirvenin 20 metre kadar altından dönen, ADB’li  Recep Çatak ve Ömer Tüzel tarafından yapıldığı biliniyordu. 

- Vay be! Demek ki ilk çıkışını biz yapacağız, diyerek iyice keyiflendi Ufuk.

- Sizi bilmem ama ben boyundan sonrasını düşünüyorum; Parmakkaya’yı deneyen ekipler sürekli oradan geri dönüyorsa çok da kolay bir yer olmamalı, dedi Alpaslan Kara, Orhan’a bakarak.

- Valla ben Hollandalılar ile gittiğimde, geri döndüğümüz yer dağın kuzey tarafındaki negatif masif bir yüzeydi; üzerinde tutamak falan göremedik, dedi Orhan. Yüzünde olumlu ya da olumsuz herhangi bir ifade belirmemişti. 

- Negatif bir yüzey ha, diyerek elini bıyığına getirdi Alpaslan Kara.

- N’olcak ulan! Gideriz yaparız işte yaa, diyerek heyecanla ayağa kalktı Ufuk. Odanın duvarına çakılı olan tahta tutamakların üzerine çıkarak tırmanmaya başladı.

- Nasıl bir yer acaba, diyerek kendi kendine, düşünceli düşünceli mırıldandı Alpaslan; kaygılıydı. 

Ufuk Özgöz, birkaç hamle yaptıktan sonra yere indi, yüzünü arkadaşlarına döndü. Ellerini şaklatarak:

- Eee? Ne zaman gidiyoruz peki, diye sordu.

- Ben Amerika’ya gitmeden önce bitirelim bu işi çocuklar, dedi Tanju, temmuz başı herkese uyar mı?

- Uyar, dedi Orhan Özçalık omuzlarını silkerek. Alpaslan Kara da olumlu yanıt verdi.

- İyi o halde! Tamamdır bu iş! Gidiyoruz! Sıkı dur Parmakkaya, geliyoruz, diyerek coşkuyla yumruğunu havaya savurdu Ufuk Özgöz.

* * *

11 Temmuz 1986 Cuma sabahı, Alpaslan Kara, çapaklı gözlerini ovuşturarak uyandığında, kelerin dışındaki göz alıcı aydınlık hemen dikkatini çekti. Gözlüklerini taktı, kelerden dışarı çıktı. Masmavi gökyüzünde güneşin pırıl pırıl parladığı, bulutsuz bir hava hakimdi Aladağlar Akşam Pınarı Vadisi’nde. Gerinerek dağda olmanın derin huzuru ile tebessüm etti; cebindeki sigara paketini çıkardı.

- Bari sabah sabah içme şu mereti be oğlum, diyerek seslendi Tanju Sofu. Alpaslan, arkasını döndüğünde, Tanju’nun, elindeki yıkanmış bardak çanaklar ve ayna gibi temizlenmiş boş tencere ile yaklaşmakta olduğunu gördü. Önceki akşam yaşanan hengâmeyi ve yemek yemeden yattıklarını hatırladı, karnı iyice acıkmıştı. 

- Havaya bak! Tırmanış için şahane bir gün, dedi Tanju. Keyfi hayli yerinde görünüyordu. 

- Şanslıyız, dedi Alpaslan.

- Haydi, Ufuk’u da kaldır da sıkı bir kahvaltı yapıp yola koyulalım geç olmadan, Parmakkaya bizi bekliyor.

- Tamam. Orhan nerede?

- Su dolduruyor.

Aradan birkaç dakika geçmesine karşın Alpaslan’ın hala aynı yerde öylece durmakta olduğunu fark etti Tanju Sofu, gözlerini Parmakkaya’ya dikmiş, bir eli belinde, düşünceli bir halde sigarasını tüttürüyordu. 

- Ne o Apo; heyecanlı mısın yoksa?

Kamp alanından bakıldığında bir abide gibi yükselen Parmakkaya’nın, heybetli ve ürkütücü kuzey yüzü görünüyordu. Alpaslan, bu ürpertici manzara karşısında ister istemez heyecanına ve kaygılarına mani olamamıştı. Yalnızca birkaç saat sonra, Parmakkaya’nın üzerinde tırmanıyor olacaklarını aklından geçirdikçe, içten içe, “keşke biraz daha iyi hazırlanıp gelseydik,” diye serzenişte bulunuyordu. Ama tüm bunlara rağmen Tanju’nun sorusunu,

- Yoo, diyerek geçiştirdi, ben Ufuk’u uyandırayım. 

Nane başta olmak üzere her nevi baharattan yoksun, kuvvetli bir kahvaltının ardından, HÜDDSK’lü tırmanışçılar çantalarını toplamaya başladılar. İtina ile tüm teknik malzemeleri kontrol ederek çantalarına yerleştirdiler: 16 adet karabina, 3 kangal ip, 5 eksantrik, 5 sikke, 8 mm’lik 4 adet bolt ve bolt kulakçıkları. Tanju Sofu, Ankara’daki mağaracılar ile temasa geçmiş, zor bela ödünç alabilmişti bu boltları. Fakat boltları çakmak için kullanılan bolt driverları yoktu. Kaya çekici olarak heykeltıraş çekici kullanacaklardı. Yaklaşık bir kilogram ağırlığında olan çekicin bir kısmını keserek, onu 650 grama kadar hafifletebildiler. Emniyet kemeri bir tane vardı. İki tane de, aldıkları perlon bantlara metal tokalar diktirerek üst koşum yapmışlardı. Bir kişi ise ipe bulin düğümü ile girecekti. Kaskları yoktu, sadece bir tane alüminyum baret almışlardı yanlarında. Zaten, o sıralarda kask takmamak gibi bir ekol hâkimdi HÜDDSK’te; kask takanlara bir başka gözle bakılırdı: Tırsak gözüyle.

Teknik malzemenin yanında çantalarına bivak malzemesi de aldılar: Bivak torbası, uyku tulumları, bir tarafı pinleks bir tarafı da kumaş kaplı 2 cm kalınlığında matlar, tencere, ocak, su ve bolca yiyecek derken, çantaları eşek ölüsü gibi ağırlaştı. Bununla da kalmayıp yanlarında kitap, yağlı boya vb. materyaller de almışlardı. Tırmanışçılar, homurdanarak yüklerini sırtlandılar ve yola koyuldular.

* * *

- Ben hazırım Orhan, gelebilirsin(!) diye seslendi Tanju Sofu; ilk ip boyunu lider tırmanmış, kovukta bulduğu bir tek sikkeden de faydalanarak istasyon almıştı. 

- Tamam, diye yanıt verdi Orhan, boş al, geliyorum.

Orhan Özçalık, kısa sürede ilk istasyonda askıda emniyet almakta olan Tanju’nun yanına ulaştı. Birbirleri ile fazla konuşmadılar. Daha önce kararlaştırdıkları gibi Orhan Özçalık, ilk ip boyundan daha zor olduğu bilinen ikinci ip boyunu lider tırmanmak için hazırlandı.

Masif yüzeyde sağa doğru V+ zorluğunda bir yan geçişle başlayan ip boyu, Orhan Özçalık’ı neredeyse hiç zorlamadı. Orhan, bu pasajları kendinden emin bir edayla, hiçbir ara emniyet kullanmadan bir çırpıda geçiverdi. Ayağındaki mekap spor ayakkabıları ve magnezyum tozu görmemiş terli eleri ile yaptığı hamleleri, rotanın dibinde oturmakta olan Ufuk Özgöz ve Alpaslan Kara, sinirleri gerilmiş, nefeslerini tutmuş bir şekilde pür dikkat izliyorlardı. Etrafta, Orhan’ın derin soluklarından ve her hareketinde sallanan tırmanış malzemelerinin şıngırdamasından başka tek bir çıt yoktu.

Orhan Özçalık, tüm ip boyunca sadece iki ara emniyet noktası kulanmış olarak Parmakkaya’nın ikinci istasyonuna ulaştığında herkes derin bir oh çekti.

Şimdi sıra ağzına kadar dolu olan çantaların yukarı çekilmesine gelmişti. Herhangi bir çekme sistemi kullanmadan iman kuvveti ile ipe asılan tırmanışçılar, çantaları güç bela ancak üç beş metre çekebilmeyi başardıklarında, yükün bir kısmından vazgeçmeye karar verdiler. Yanlarına sadece tulum, bivak, mat, biraz yiyecek ve ocak aldılar; ama tencere almamışlardı. Bu arada belirtmek de gerekir ki ekibin, rotayı serbest ya da yapay çıkmak gibi bir stil kaygısı yoktu; zira o tarihlerde böyle bir bilinç henüz oluşmamıştı. HÜDDSK’lü tırmanışçılar, daha çok ekspedisyonu andıran bir yaklaşım içindeydiler. Tek hedefleriyse: ne şekilde olursa olsun zirveye varmak, Parmakkaya’yı fethetmekti. Hatta bir ara, eğer başarısız olurlar ise uçan balon kullanarak zirveye ip atmayı dahi tasarlamışlardı.

Ufuk Özgöz ve Alpaslan Kara, vakit kaybetmeden ipe girdiler, sırayla tırmanmaya başladılar.

Saat 13:30 sularında Ufuk Özgöz, ikinci istasyona, Orhan’ın yanına vardığında şaşkınlığını gizleyemedi:

- Bu ne oğlum! diyerek haykırdı. Kayanın üzerinde, yağlı boya ile çizilmiş kıpkırmızı bir figür vardı, kenarda da minik bir boya tenekesi duruyordu.

- Balık ağbi, benzememiş mi ki, diye sordu Orhan. Ufuk, yanıt vermek yerine başını iki yana sallayarak tebessüm etti; bir iki hamle daha yaptı, askı istasyona girdi. Biraz soluklandıktan sonra Orhan’a dönerek:

- İyi gidiyoruz ha, diye sordu. Bir taraftan da göz ucuyla sonraki ip boyunu süzüyordu. Orhan Özçalık, Ufuk’un ses tonunda hafif bir titreme hissetmişti: 

- Tabi oğlum! Çok iyi gidiyoruz, diyerek yüreklendirdi Ufuk’u. Zaten çok da farklı düşünmüyordu.

Bir sonraki ip boyunu Ufuk Özgöz lider gidecekti; malzemeleri kuşandı, tırmanmaya başladı.

* * *

Ufuk Özgöz, oldukça süratli bir tempoda, neredeyse koşarcasına tırmanıyordu. Bu esnada, birinci istasyonda bekleyen Tanju ve Alpaslan, Ufuk’u izliyorlar, kendi aralarında konuşuyorlardı. 

- Çok aceleci davranıyor, sence de öyle değil mi Tanju?

- Bence de; bu kadar hızlı olmasına gerek yok. 

- Fazla tedirgin, o yüzden bir an evvel boyuna ulaşmak istiyor olsa gerek.

Gerçekten de Ufuk Özgöz, tedirgindi. Ara emniyet yerleştirmekle uğraşmak yerine tırmanışa devam edip bu stresli durumdan kurtulmak istiyordu. İstasyonu terk edeli 20 metreyi geçmesine karşın sadece bir tek ara emniyet yerleştirmişti. Bekleyiş içindeki ekipte sinirler gene geriliyordu.

Alpaslan ve Tanju, ıslık çalarak yanlarından geçen kaya kütlelerinin Parmakkaya’nın dibinde patlayıp, parçalara ayrılmasıyla irkilerek başlarını yukarı çevirdiler. Ufuk Özgöz, ayakları boşta, elleri ile sımsıkı tuttuğu kayada asılı durumdaydı; serinkanlı bir şekilde basacak bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Alpaslan, Ufuk’un son ara emniyetinin on beş metre kadar aşağıda olduğunu görünce kalbinin güm güm attığını fark etti. İçinden: “Hadi oğlum! Bas artık bir yere!” diye yakarıyordu.

Ufuk Özgöz, güçlü kolları sayesinde kendini yukarı çekti, basacak bir yerler buldu; daha temkinli bir şekilde tırmanışını sürdürerek boyuna ulaştı. Bu olay, Alpaslan Kara’nın bir türlü dindiremediği heyecanını bir kat daha arttırmıştı.

* * *

- Haydi Apo! Az kaldı! İkinci istasyonda emniyet alan Tanju Sofu, tedirgin hamlelerle artçı gelen Alpaslan Kara’yı yüreklendirmeye çalışıyordu. Alpaslan, yorulmuş kolları ve kan ter içindeki elleriyle zor bela tutunmaya çalıştığı kayadan, yarım metre kadar yukarıdaki istasyon perlonuna baktı. Daha fazla beklemek istemiyordu; hızla istasyon perlonuna uzanmaya çalıştı fakat başaramadı. Dört metrelik bir düşüşün ardından Tanju Sofu, ipte asılı sallanmakta olan Alpaslan’ın acı içinde kıvrandığını gördü.

- Apo? Apo? İyi misin?

- İyiyim, dedi Alpaslan, anlaşılması güç bir sesle. Gözleri kapalı, yüz kasları geriliydi. Acı çekiyordu. Bir dakika kadar konuşmadı, sonra sağ omzunu yoklayarak “omzum çıktı,” dedi.

Alpaslan Kara, ipe bulin düğümü ile gövdesinden bağlanmıştı. Düşüş esnasında bedeninde yukarı doğru kayan düğüm, Alpaslan’ın omzuna baskı yapmış ve omzunun çıkmasına neden olmuştu.

- N’apcaz? diye seslendi Tanju Sofu. Orhan ve Ufuk, boyundan aşağı yüzükoyun uzanmış, meraklı gözlerle neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.

- Dur dur, diyerek kayada basacak bir yer aradı Alpaslan, takarım şimdi yerine, omzum ilk kez çıkmıyor, daha önce de olmuştu.

Kısa süren bir mücadelenin ardından, Alpaslan omzunu yerine taktı.  Ağır hamleler ile tırmanıp istasyona, Tanju Sofu’nun yanına vardı. Tanju Sofu, Alpaslan’a iplerden birinin ucunu, neden aşağıdaki istasyona sabitlediğini sordu; aralarında yaşanan bir yanlış anlaşma yüzünden Alpaslan iplerden birinin ucunu ilk istasyona sabitlemişti. Yapacak bir şey olmadığına karar verip, ipin öbür ucunu da ikinci istasyona bağlayarak ipi orada bıraktılar. Artık üç değil iki ipleri kalmıştı.

Saat 15:30’da HÜDDSK’lü tırmanışçılar Parmakkaya’nın boynuna ulaştılar. Tırmanışa başladıklarından beri ilk kez popolarını koyacak rahat bir yer bulmuşlardı. Alpaslan, Ufuk ve Tanju, etrafı bir dolu yıpranmış kangal iple çevrili olan kocaman bir babadan aldıkları istasyona girdiler. Orhan Özçalık ise, “oğlum burası kocaman set! Ne gereği var; ben istasyona mistasyona girmem,” diyerek suratını astı, emniyetsiz oturmayı tercih etti.

Manzaranın tadını çıkaran tırmanışçıların memnuniyetleri yüzlerinden okunuyordu. Fazla zorlanmadan boyuna ulaşmış olmanın verdiği güven ile rotanın geri kalanının cepte olduğunu düşünmeye başlamışlardı; keyifle sigaralarını tüttürmekteydiler. Ufuk, hararetli hararetli ayağının nasıl kaydığını anlatıyor, az daha boşluğa uçacağını düşünerek ne kadar çok korktuğundan bahsediyordu. Tam bu sırada Tanju Sofu’nun gözü, oturduğu kaya bloğunun yanına sıkıştırılmış bir nesneye takıldı. 

- Bakın ne buldum, diyerek elindekini gösterdi Tanju Sofu; eski bir ilaç kutusuydu. İçini açtıklarında kağıda yazılmış ilginç bir notla karşılaştılar. Notta: “Buraya kadar ulaşmayı başardık. Fakat bundan sonrası çıkılamaz. Denemeye bile gerek yok,” yazıyordu. Sessizlik oldu. Ufuk Özgöz, ADB’lilere ait olduğunu düşündükleri notu eline aldı, şöyle bir göz attıktan sonra “ulan çıkılamaz denilen yer burası mıymış ki,” diyerek alaylı alayı çıkıştı, “bana sorarsanız gözlerinde fazla büyütmüşler Parmakkaya’yı!”

Tırmanışçılar, bu karamsar notun şevklerini kırmasına aman vermediler. Acıkmışlardı. Ocaklarını çıkardılar. Tencereleri olmadığından, alüminyum baret içerisinde pişirdikleri yemek ile bir güzel karınlarını doyurdular. Bir yandan da bundan sonrası için nasıl bir rota izleyeceklerini tartışıyorlardı:

- Orhan, yapma Allah aşkına! Güney yüzünden devam edemeyiz!

- Nedenmiş Apo, diye sordu Ufuk.

- Malzememizin yetersiz olduğunu görmüyor musun? Üstelik iplerden biri de aşağıda kaldı.

- Yettiririz be Apo.. Bakın, eğer isterseniz ben ve Ufuk, güneyden deneyelim, siz de kuzeyden. Zirveye ilk önce varan ekip de, diğer ekibe yardım eder. 

Orhan Özçalık, bir sene önce Hollandalılar ile yaptığı Parmakkaya denemesinde, kuzeyden giden hattı izlemiş ancak başarılı olamamıştı. Bu sefer şiddetle güney yüzünden[5]  zirveyi zorlamak istiyordu. Ufuk Özgöz de Orhan’a katılmış, güney yüzünden devam etme fikrini benimsemişti. Fakat, güney yüzünün ürkütücü görüntüsü, Alpaslan ve Tanju üzerinde caydırıcı bir etki bırakmıştı. Kuzey yüzüne doğru devam eden ve oldukça makul gözüken geniş çatlak sistemi, çok daha cazip ve davetkârdı. Uzun uzadıya konuşulduktan sonra fikir birliğine vardılar: Tüm ekip kuzey yüzüne kıvrılan çatlağı takip ederek zirveyi deneyecekti. 

Piknik havasında geçen bu uzun mola ve yaşanan fikir ayrılığı, ekibe bir hayli vakit kaybettirdi. Tırmanışçılar, geniş çatlağı izleyerek kuzey yüzüne geçtiklerinde, artık karanlık basmak üzereydi. Daha fazla ilerlemeden içinde bulundukları çatlak sisteminde bivak atmaya karar verdiler; zirve ertesi güne kalmıştı. 

Oldukça dar ve konforsuz bir yer olan çatlağın içinde eciş bücüş oturmaya gayret eden tırmanışçılar, -Orhan Özçalık da dâhil olmak üzere- bir babanın etrafına iplerini dolayıp, prusik ile bu ipe bağlanmışlardı. Ufuk Özgöz, manzaraya en hâkim kişiydi; bacakları, kuzey yüzünün yüz elli metrelik boşluğuna doğru sallanıyordu. Alpaslan Kara, bivak torbasına büzülmüş, diğerleri ise uyku tulumlarına girmişlerdi. 

- Yıldızlara bak, dedi Alpaslan, müthişler! Aladağlar’da harika bir hava hâkimdi. Gökyüzünde bir tek bulut dahi yoktu. Yeni ayın zayıf ışığı, gökyüzündeki milyarlarca yıldızı daha da belirgin kılıyordu. Akşam yemeklerini yiyen tırmanışçılar, hayatlarında ilk kez tattıkları bu deneyimin keyfini yaktıkları sigaralar ve yaptıkları geyik muhabbetleri ile çıkartmaktaydılar. Ufuk ve Alpaslan’ın çenesi iyice açılmıştı. Kahkahalar atıyorlar, doyasıya eğeleniyorlardı. Orhan Özçalık ise yattığı yerde dört dönüyor, “ulan keşke bir otobüs koltuğunda olsaydım da uyuyabilseydim,” diyerek homurdanıyordu. Oturduğu yer çok rahatsızdı, her tarafı tutulmuştu. Tanju Sofu, kendi halinde oturuyor, sohbetlere katılmıyordu. Zaman zaman, ardı arkası kesilmeden içilen sigaraların dumanına veryansın ediyor, arkadaşlarına sitemde bulunuyordu. Biran evvel uyumak ve ertesi güne enerji toplamak niyetindeydi.

* * *

11 Temmuz 1986 Cuma sabahı, yapılan kahvaltının ardından toparlanan tırmanışçılar, çatlak sistemi takip edip kuzey yüzünde on metre kadar daha ilerlediklerinde ferah mı ferah, dev gibi bir set ile karşılaştılar. Üzerinde neredeyse çift kale maç yapılabilecek kadar büyük olan bu seti görünce, Orhan Özçalık ağrıyan belini tutarak bir küfür patlatmaktan alıkoyamadı kendini.

- Eee... Şimdi ne yapacağız, diye mırıldandı Alpaslan Kara. Üzerinde durdukları setin ilerisi kuzey batı yüzünün ürkütücü boşluğu ile kesilmişti.

- Arkadaşlar, dedi Tanju Sofu tok bir sesle, öyle görülüyor ki bu noktadan sonra tek seçeneğimiz var.  Kaşlarını kaldırarak başı ile yanı başında durdukları negatif eğimli, masif görünümlü yüzeyi işaret etti. Alpaslan Kara ve Ufuk Özgöz, üzerlerine devrilecekmiş gibi duran bu meydan okuyucu kaya yapısına kara kara düşünerek baktılar; ne tutacak ne de basacak bir şey görebilmiş değillerdi.

- Sana bir şey söyleyeyim mi abi, burayı ne benim Adidas’larımla ne de senin Tiger’larınla tırmanabiliriz, dedi Ufuk Özgöz elleriyle kayayı yoklayarak, şuraya bak; basacak hiçbir şey yok!

- Basacak bir yeri geç, sikke çakacak doğru dürüst bir çatlak dahi yok Ufuk, diye başını iki yana salladı Alpaslan.

- Demiştim oğlum size, güney yüzünden gitmeliydik, dedi Orhan Özçalık asık bir surat ile. Haklı çıktığını düşünerek bir sigara yaktı, sırtını pürüzsüz duvara yaslayarak sete oturdu.

Canları iyice sıkılan Alpaslan ve Ufuk da son sigaralarını yaktılar. 

- Sen ne yapıyorsun Tanju, diye sordu Alpaslan. Tanju Sofu, çantasının içini karıştırıyor, hararetle bir şeyler arıyordu.

- İşte(!) diyerek elinde tuttuğu boltları gösterdi, buradan itibaren yapay tırmanış yapacağız. Bu boltlar bizi zirveye ulaştıracak çocuklar!

Tanju Sofu’nun gözleri parlıyordu sanki. Alpaslan, Orhan ve Ufuk, daha önce hayatlarında hiç kullanmadıkları, “bolt” adı verilen bu büyülü malzemelere bir süre dikkatle baktılar. 

- İyi de, nasıl çakacağız ki bunları, diye sordu Alpaslan, bolt driverimiz yok ki!

- Buluruz bir yol, diyerek oturduğu yerden fırladı Orhan. Boltları eline aldı, hep birlikte düşünmeye başladılar. Bulacakları çözüm: boltlardan bir tanesini gözden çıkarmak ve bu boltu diğer boltları çakmak için driver niyetine kullanmak olacaktı.

Aradan üç buçuk saat kadar bir zaman geçmişti. Orhan Özçalık, bir eli ile sıkıca tutmaya çalıştığı 8 mm’lik bolta, öbür elindeki çekiç ile kuvvetli darbeler indiriyordu. 

- Oğlum Tanju çeksene şu ipi! Kayadan sürekli uzaklaşıyorum!

- Çekiyorum ya Orhan!

Üçüncü ve son boltu çakmakta olan Orhan, duvarın negatif eğimi sebebiyle sabit durmakta zorlanıyor, her çekiç darbesinde arkasındaki boşluğa doğru sallanıyordu. Oldukça yorucu bir iş olduğundan boltları sırayla çakıyorlardı: İlk boltu Alpaslan Kara, ikincisini de Tanju Sofu çakmıştı. Ufuk Özgöz, bolt çakmaya pek yanaşmadı; boşluk hissi sinirlerini bozuyordu. Kendi halinde, hiçbir şey yapmadan öylece oturmaktaydı. İşin kötü tarafı, sigara stokları da tükenmişti.

- Ağbi az yukarıda ince bir çatlak görüyorum, eğer ona erişebilirsem belki sikke çakabilirim, diyerek Tanju’ya seslendi Orhan; başka boltları kalmamıştı. 

- Uzanabilir misin peki?

- Deneyeceğim, ama zor gözüküyor.

Orhan Özçalık, tedirgin hareketler ile ucu ucuna yetişebildiği çatlağa bir sikke sokuşturup bir bucuk santimetre kadar çakmayı başardı. Sikkenin etrafına perlon doladı. 

- Tanju! Dikkatli ol, perlonu tutup kendimi yukarı çekeceğim.

- Perlonu çekmek yerine tırmanarak geçemez misin orayı?

- Mümkün değil oğlum, pürüzsüz bir yüzey burası. Sen sıkı tut beni!

- Tamam!

Orhan Özçalık, sikkeye doladığı perlona var gücüyle asıldı; fakat saniye geçmemişti ki sikke çakıldığı yerden mermi gibi fırladı. Orhan Özçalık, kısa bir düşüşle son boltta asılı kalmıştı.[6]  Hiçbir şey söylemeden çaresizce Tanju Sofu’ya baktı. 

- Olacak gibi değil. 

- Yapma be... Tahminen ne kadar var zirveye, görebiliyor musun oradan?

Orhan Özçalık, gözlerini kısarak yukarıya baktı:

- Ağbi, bir iki metre daha yükselebilsem kolaylaşıyor gibi gözüküyor. Herhalde zirvenin de on beş metre kadar falan altındayım şu anda.

- Hadi yaaa! 

- Keşke bir boltumuz daha olsaydı.

- Bu kadar alabildim mağaracılardan; o da zar zor.

Tırmanışçılar tek bir kelime etmeden birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Çaktığı son bolta bitkin bir vaziyette asılı olan Orhan, bir şey düşünmeden manzarayı seyrediyordu. Saatlerdir harcanan yıpratıcı çabaya karşın neredeyse yerlerinde sayıyor olmaları herkesin moralini iyice bozmuş, ümitlerini kurutmuştu. Derken, 

- Dönsek mi acaba, diye kısık ama duyulur bir sesle mırıldandı Ufuk Özgöz, Tanju Sofu’yu süzerek. Ufuk’un dillendirdiği bu öneri karşısında pek de şaşırmayan Alpaslan ve Tanju birbirlerinin gözlerine baktılar. Tanju Sofu, başını kaldırdı, Orhan’a seslendi:

- Ne diyorsun Orhan? Ne yapalım?

- Yapacak bir şey yok ağbi... Burada tıkandık.

Tanju Sofu, sesli düşünerek hemen bir durum değerlendirmesi yaptı. Sonrada açık ve net ama bir o kadar da buruk bir ses tonuyla: “Zirveye varamıyorsak eğer, yapacak başka bir şey yok: Döneceğiz,” dedi. Kimsenin itirazı yoktu bu tespite; Parmakkaya’nın ilk Türk çıkışını gerçekleştirmeye sadece 15 metre kala geri dönülecekti.

HÜDDSK’lü tırmanışçılar, usul usul malzemeleri toparladıktan sonra, ötesinde zirve olduğuna inandıkları ve saatlerce üzerinde yükselebilmek için didinip durdukları masif kayaya son kez baktılar. Başarısızlığın verdiği burukluk yüzlerine yansısa da, tekrar yere dönecek olmanın içten içe yarattığı mutluluk yüreklerini sarıp sarmalıyordu. Orhan Özçalık, dev setten ayrılmadan önce yağlı boya kutusunu çıkardı, fırçasını kan kırmızısı boyayla dolu tenekeye daldırdı. Duvara, zirveyi işaret eden ve yukarıyı gösteren bir ok işareti çizdi. Alpaslan’a baktı,

- Geri döneceğiz, dedi.

- Evet Orhan! Döneceğiz. Daha hazırlıklı ve daha antrenmanlı bir şekilde dönecek ve o zirveye varacağız, diyerek Orhan’ı onayladı Alpaslan Kara. Birbirlerine bakıp tebessüm ettiler.

Bir ay sonra...

Ankara, Demirlibahçe mevkii- Orhan Özçalık, renk renk, derme çatma evlerin kümelendiği gecekondu mahallesinin dar sokakları arasında depar atmış, roket hızıyla koşuyordu.

Alpaslan Kara, neredeyse dolmak üzere olan sırt çantasının kenarındaki boşluklardan birine, yedek çamaşırlarını itekleyerek tıkıştırdı. Çantayı duvara yasladı. Saatine baktı; otobüsün kalkmasına daha epey bir vakit vardı. “Çantamı erken toplamakla iyi ediyorum,” diyerek hafifçe böbürlendi, “Orhan da birazdan gelir herhalde,” diye düşündü. 

Orhan Özçalık, soluk soluğa bahçeli evlerin önünden geçerek, yeşil badanalı kendi halindeki gecekonduya yöneldi. Bir an için ayağı takılıp, tökezlese de üç beş adım sonra toparladı.

Alpaslan Kara, olabildiğince sıkı bir biçimde kıvırarak sardığı matını, ağır hareketlerle çantasının tepesine bağlarken gözü masanın üzerindeki gazeteye ilişti; okunduktan sonra pek özenilmeden katlanıp, masaya fırlatılmış bir hali vardı. Alpaslan, bir yandan çantasının perlonlarını sıkarken, bir yandan da büyük ve kapkara puntolarla atılmış gazete manşetini göz ucuyla okumaya çalıştı: “Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yetişen fındıkta radyasyon ihtimali!” yazıyordu. İster istemez Tanju Sofu geldi aklına. Kısa bir süre önce hayallerini gerçekleştirmek, atom fiziği konusunda kendisini yetiştirmek üzere Amerika’ya gitmişti. Ne yazık ki, çok istemelerine karşın onun en büyük arzularından biri olan Parmakkaya tırmanışını birlikte gerçekleştirememişler, ona bu hediyeyi verememişlerdi. Alpaslan Kara, gözlerini kapatarak Parmakkaya’yı hayal etti. “Bu sefer olacak! Sana zirvenin müjdesini vereceğiz Tanju,” diye fısıldadı kendi kendine. İçi kıpır kıpır oldu.

Alpaslan Kara ve Orhan Özçalık, Parmakkaya mağlubiyetinin ardından sıkı bir antrenman temposuna girmişlerdi. Düzenli olarak Hüseyingazi kayalıklarında tırmandılar, teknik bilgilerini daha da derinleştirdiler. Stratejilerini de değiştirmişlerdi: Bu sefer boyundan sonra zirveyi kuzeyden değil, direk güney yüzünden denemeye karar verdiler. Tırmanışa yalnızca Alpaslan ve Orhan gidecekti. Ufuk Özgöz, faaliyet tarihi kendisine uymadığından dolayı tırmanışa katılamıyordu.

Alpaslan saatine bir kez daha baktı. Bir an evvel Parmakkaya’ya dönmek istiyor, yarım kalan işi bitirmek, çıkılamaz denilen zirveye çıkmak için sabırsızlanıyordu.

Orhan Özçalık, yeşil badanalı gecekondunun merdivenlerini bir çırpıda tırmanarak üçüncü kata ulaştı. Merdiven basamaklarının pes titreşimleri ile irkilen Alpaslan Kara, sokak kapısının gümbürdeyerek açılması ile yerinden hoplayıverdi. Orhan Özçalık, nefes nefese eşikte durmuş, bir karış suratla Alpaslan’a bakıyordu.

- Orhan? İyi misin, diye sorarak telaşla Orhan’ın yanına koştu Alpaslan. Orhan hiçbir şey söylemiyor, sadece derin derin soluk alıp veriyordu. Ter içinde kalmıştı. Alpaslan, Orhan’ın omzunu sıkarak, onu silkeledi ve bir kez daha sordu:

- Orhan ne oldu? Sorun nedir? Konuşsana be!

Orhan Özçalık, sinirli sinirli Alpaslan’a gözlerini dikti, tek bir solukla sadece:

- Parmakkaya çıkılmış, diyebildi.

- Ne(!), diyerek haykırdı Alpaslan Kara. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kim çıkmış Orhan! Ne zaman!

- Bilmiyorum ulan! Çıkılmış işte, diyerek hiddetlendi Orhan Özçalık, bana bir şey sorma, duydum işte.

Alpaslan Kara, eşikte yığılırcasına çömeldi, adeta yıkılmıştı. “Nasıl olur,” diyerek eliyle sakalını ovuşturdu. Duvara yaslanmış öylece duran sırt çantasına baktı. “Oysa her şey hazırdı, yapacaktık,” diye belli belirsiz bir sesle mırıldandı. Başını iki yana sallayarak hışımla ayağa kalktı. Son bir umutla,

- Yürü! Mülkiyeliler birliğine gidiyoruz.[7]  Oradakiler bilir bu işin aslını, dedi.

Nabzı henüz yetmişlere dönmüş olan Orhan Özçalık, Alpaslan ile birlikte tekrar depara kalktı. İkili, mülkiyeliler birliğine vardıklarında üzücü haberi aldılar: Parmakkaya birkaç gün önce çıkılmıştı. 18 Ağustos 1986 günü, Alman tırmanışçı Martin Krawielicki ile Türk tırmanışçı Sezer Domeç, Parmakkaya’yı güney yüzünden tırmanarak zirveye ulaşmışlardı. 

* * *

“...Sevgili Tanju, ne yazık ki geç kaldık, yapamadık. Bir ekip bizden önce davrandı. Üzülerek söylüyorum ki, Parmakkaya çıkıldı. Maalesef sana bu tırmanışı hediye edemedik.”

Tanju Sofu, dünyanın öbür ucunda, okyanusun ötesindeki yeni evinde, Alpaslan’dan gelen duygu yüklü satırları gözleri buğulanarak okudu. Mektubu itinayla katladı, zarfa geri koydu. Temiz bir kâğıt aldı ve Alpaslan’a şu cümle ile biten mektubunu yazdı: “Canınız sağ olsun.”

- S O N -

Burak Özdoğan

burak.ozdogan[at]tirmanis.org

Dipnotlar

[1] HÜDDSK (Hacettepe Üniversitesi Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü), bugün bilinen adıyla HÜDDOSK’un, üniversite yönetimi tarafınca kabul edilmeden evvelki adıydı. 1988 senesinde, Ertuğrul Melikoğlu’nun çabaları sayesinde, üniversite yönetimi bu kulübü resmen tanıdı. Daha sonra açılımı değişmese de okunabilirliğini arttırmak için kulübün adı HÜDDOSK olarak değiştirildi.

[2] Emniyet kemeri (ya da kolonu), İngilizce karşılığı harness.

[3] Bu niteleme, Aladağlar kitabının yazarı Ömer B. Tüzel tarafından yapılmıştır. Bknz. The Aladag, sayfa 31.

[4] http://www.alpenverein.de/ adresinden DAV hakkında geniş bilgi edinebilirsiniz.

[5] Bugün “klasik rota” olarak adlandırılan hat.

[6] Alpaslan Kara, eğer hala orada duruyorlar ise, çaktıkları boltlara güvenerek kimsenin burayı serbest denememesini zira boltları zorlukla ve çok da sağlıklı olmayan bir biçimde çakabildiklerini söylüyor.

[7] Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin, Kızılay’daki lokali.