MontBlanc_Banner.jpg

Bu sene, “tirmanis.org”a düzenli olarak katkı vermeye başlamamın dördüncü senesi. Bu süre içerisinde, hem bu platformu kuranlarla, hem şu anda yönetenlerle tanışma ve onları ama az, ama çok tanıma fırsatı buldum. Tabiatıyla, ayrıca platformda yayımlanan yazıları keza takip ettim. 

Günümüz Türkiye'sinin dağcılık çehresi, benim dağcılığa başladığım 80’li yılların başından bu yana bir hayli değişti. Bugün dağcılık, eskiye nazaran çok boyutlu bir faaliyet alanına dönüşmüş durumda. Buna ilaveten, ülkemizin sosyo-ekonomik gelişmelerine paralel olarak, benim dağcılığa başladığımda hayal dahi edemeyeceğimiz ticari/sponsorluk faaliyetlerinin de dağcılığın bir parçası haline gelmiş olduğu aşikar.  

Dolayısıyla, günümüzde, “tirmanis.org” platformunu yönetenler, esasen az okuyan toplumsal dokumuz da dikkate alındığında, bir taraftan güncel kalmak ve geniş dağcı kitlelerin ilgisini canlı tutmak, fakat öte taraftan ticari baskıların dışında, bağımsız bir çizgide yürüyebilmek gibi, bir arada götürmesi pek zor iki unsuru denge içerisinde yürütmek görevini üstlenmiş görünmektedirler. Bu çok idealist bir yaklaşım olmakla beraber, benim için bir o kadar değerlidir ve bu platform ile ilişkimin çok önemli bir ögesidir. 

Kuruluşundan bu yana geçen 12 senede, Türk dağcılığının en geniş anlamda sesi olmayı başardığını düşündüğüm bu platformun, ülkemiz için oldukça uzun sayılabilecek düzenli yayım hayatıyla, Türk dağcılığının tarihi mirasının bir ölçüde saklayıcısı ve bunun gelecek nesillere aktarıcısı konumuna geldiğine inanıyorum. Eminim böyle bir rol kurucuların akıllarında yoktu. Fakat platformun başarısı bugün bunu adeta empoze ediyor. 

Son dönemde platformda yayımlanan yazılara baktığımda, dört çok önemli ve ülkemiz dağcılığı bakımından elzem olduğunu düşündüğüm yönelim görüyorum. 

Bunların ilki, ülkemizde genç kitlelerin geniş sayılarda yaptıkları spor tırmanışlarını kapsayan yazıların yayımlanmasıdır. Platform şayet güncelliğini koruyacaksa, mutlak surette genç tırmanıcı kitlelerin ilgisini canlı tutmak zorundadır ve ben şahsen bu dünyanın çok uzağında olmakla beraber, platformun bunu başarıyla yaptığını düşünüyorum. 

İkincisi dağcılığın kavramsal boyutuna ilişkin yazıların yayımlanmasıdır. Ülkemizde hala, birçok kavramsal konu oturmamıştır. Kolay da oturacağa benzememektedir. Avrupa ülkelerindeki yönelimler ve gelişmeler, ülkemizdeki gelişmelere ancak bir ölçüde ışık tutabilecek mahiyettedir, zira dağcılığımızın gelişim çizgisi Avrupa’dakinden çok farklı olmuştur ve biz kendimize uygun milli bir çerçeve üzerinde mutabakat sağlamak durumundayız. Ancak bunu yaparken ticari çıkar çevrelerinin ve onlardan nemalananların bu süreci rehin almalarına izin vermememiz gerekmektedir. İşte bu yüzden “tirmanis.org”un bağımsız çizgisi çok önemlidir ve bu tartışmaların yürütüleceği en meşru ve tarafsız zemindir.  

Üçüncüsü, ülkemizde “alpinizm”e ilişkin yazıların yayımlanmasıdır. Dağcılığın en yüksek, en yüce ve en zorlu disiplinini temsil ettiğini düşündüğüm alpinizmin platformda anlatılması, özendirilmesi ve spor tırmanıcılarından, ufak da olsa bir bölümünün alpinizme evrilmesinde katalizör rolü oynamasının, Türk dağcılığının ilerletilebilmesi bakımından fevkalade önemli olduğuna inanıyorum. 

Nihayet dördüncüsü de dağcılık tarihimize ilişkin yazıların yayımlanmasıdır. Zira nereden geldiğimizi bilmeden, nereye gideceğimizi tayin etmek zordur. Dağlık coğrafyaya sahip her ülke, kendi dağcılık geleneğini, kültürünü ve değerler manzumesini oluşturmuştur. Biz de bunu yapmak zorundayız. Bunu da ancak dağcılık geçmişimizi anlayarak yapabiliriz. 

Bu dört yönelimden ilki üzerinde söyleyeceğim herhangi bir şey kuşkusuz olamaz. Ancak son üçü üzerinde söyleyebileceklerim var ve “tirmanis.org”un bana bunları dile getirmem için bir olanak sunduğundan ötürü müteşekkirim.  

Son olarak, kendi Facebook hesabımda yayımladığım tırmanış anekdotlarımın, bugün, burada, “tirmanis.org”da tekrar yayımlanmasının, bu platformun, dağcılık tarihimizin mirasının koruyucusu ve aktarıcısı rolü kapsamında, dijital arşiv dosyalarına bir katkı mahiyetinde anlaşılmasını rica ediyorum.  

Ömer Burhan Tüzel

02.10.2020


VERÇENİK DAĞININ BİLİNEN ÜÇÜNCÜ TÜRK TIRMANIŞI

Bir dağın zirvesine tırmanmak ne ölçüde dağcının kendi yaratıcılığı ve deneyimine bağlıysa, ancak bir o kadar da kendinden önce oraya tırmananların veyahut tırmanma teşebbüsünde bulunanların geriye bıraktıkları, aktardıkları bilgilere bağlıdır. Hillary’nin elinde, kendisinden önce Everest’i Khumbu buzulu üzerinden tırmanmayı deneyen ekspedisyonların raporları olmasaydı, yine de başarılı olur muydu bilinmez, fakat elinde bu bilginin olması, kuşkusuz tırmanışlarını bir hayli kolaylaştırmıştı. 1983 yılında Verçenik’i tırmandığımızda, bizden önce, kulübümüz Anadolu Dağcılar Birliği üyelerinin 1980 yılından başlayarak, bu dağa, aşağıda kayıtlı çeşitli tırmanış teşebbüsleri olmuştu:

1980 Temmuz, Cemil Konuralp, Yasemin Konuralp (Salman), Muzaffer Özdemir

1981 Ağustos, Salih Kaçar, Yasemin Kaçar (Kutsal)

1982 Şubat, Muzaffer Özdemir, Bünyat Dinç, Yüksel Kuranoğlu

1982 Temmuz, Muzaffer Özdemir, Enver Yıldırgan, Cemil Konuralp, Necati İlhan

1983 Temmuz, Cemil Konuralp, Yasemin Konuralp (Salman)

Dolayısıyla ben, Muzaffer Özdemir, Enver Yıldırgan ve Serdar Tanyeli’den oluşan ekibimiz 9 Ağustos 1983 tarihinde bu zirveye ulaştığımızda, her şeyden önce, bu dağa daha önce tırmanış teşebbüsünde bulunmuş olan Muzaffer Özdemir ve Enver Yıldırgan’ın bilgi birikimine ve deneyimlerine sahiptik. Ancak bizden önce, yukarıda saydığım arkadaşlarımızın tırmanış denemeleri haricinde, Verçenik’in Türk veyahut yabancı dağcılar tarafından bilinen bir tırmanışına ilişkin elimizde başkaca hiç bir bilgi yoktu. Internet çağından henüz o dönemde çok uzaktık. Fakat internet olsaydı dahi, zirvede bulduğumuz kayıtlar ve benim bilahare Türk dağcılık tarihine ilişkin olarak batılı ülkelerin arşivlerinde yaptığım araştırmalar sonucunda elde ettiğim bilgiler elektronik ortamda bulunur muydu, hiç zannetmiyorum. Bu bilgiler bugün dahi internette yok.

1983 yılına kadar Karadeniz dağlarına hiç gitmemiştim. Fazlaca ilgi duymadığımı da itiraf etmeliyim. O tarihe değin bu dağlarımızla ilgili olarak katıldığım dia gösterilerinden edindiğim izlenim, doğal güzellikler bakımından kuşkusuz çok çekici olsalar da, ancak değişken ve yağışlı meteorolojik koşulları ve kırılgan kaya yapısı itibarıyla tırmanışa pek elverişli olmadıkları doğrultusundaydı. Diğer taraftan Verçenik’in son üç sene içerisinde 5 kez denenmiş fakat çıkılamamış olması haliyle bu dağı benim için çekici kılıyordu. Bu yüzden, dostum Muzaffer Özdemir bana 1983 yazında dağı birlikte tırmanmayı teklif ettiğinde, bu davetini büyük memnuniyetle karşıladım. Suppa Dürek kuzey duvarı, Ağrı dağının kuzey yüzündeki ‘Büyük Kulvar’ çıkışlarımızdan ve Demirkazık kuzey duvarı bacası tırmanışı denememizden tanıdığım ve güvendiğim partnerim Enver Yıldırgan’ın da bize katılacak olması ekibimize güç katıyordu.

Bu faaliyetimizde, Verçenik dağının zirvesine varabilmemiz halinde, tırmanışımıza değer katacak diğer bir husus da Muzaffer Özdemir’in 1982 Şubat ayında, Verçenik’in ilk kış tırmanışı denemesinde çekimine başladığı ve 1982 Temmuz ayındaki teşebbüste devam ettiği 16 mm’lik filmin zirve ile taçlandırılacak olmasıydı (film, Mart 1984 tarihinde Verçenik’in ilk kış tırmanışıyla birlikte tamamlanmış ve dijitale aktarılmıştır!).

Yanımıza Türkiye Dağcılık Federasyonu’ndan bir de zirve defteri almış, ayrıca Anadolu Dağcılar Birliği’nin bir plaketini yaptırmıştık. Kısacası, bu kez zirveye ulaşacağımıza olan güvenimiz o denli yüksekti herhalde!

6 Ağustos 1983 günü öğleden sonra Ankara’dan Pazar’a hareket ettik ve yaklaşık 17 saat süren bir yolculuktan sonra 7 Ağustos sabahı erkenden, uykusuz ve yorgun bir şekilde vardık. Oldum olası otobüs yolculuklarında uyuyamamışımdır. Buradan Ortaköy’e hareket eden köy otobüsüne bindik. Çamlıhemşin ve Çat üzerinden Ortaköy’e dört buçuk saat süren yolculuğumuz, hem süresi, hem yolların durumundan ötürü oldukça yorucuydu, fakat aman tanrım, ne harikulade manzaralar sunuyordu. Böylesi iç içe geçmiş sık bir orman ve Rododendron dokusunu Avrupa ormanlarında dahi görmemiştim. Yöre, hemen hiç el değmemiş gibiydi. Ancak eminim buranın 50 sene öncesini bilen ve tanıyanlar böyle demezlerdi. Ortaköy’de, buraya daha önce gelen Muzaffer Özdemir’e lojistik destek konusunda yardımcı olan Lütfü Altun’u bulduk. Adı geçenin bize at temin etmesi, ot biçme mevsimi olduğundan kolay olmadı, fakat sonunda bir yerlerden iki at geldi ve yüklerimizi hayvanlara çatarak, öğleden sonra, saat 15.30 dolaylarında yola koyulduk. Artık orman sınırının üstündeydik ve Verçenik dağı tüm heybetiyle karşımızda yükseliyordu. Vadinin sağ (orografik sol) yamacından yükselen patikadan devam eden yolculuğumuz dört buçuk saat sonra Yukarı Verçenik yaylasında son buldu. Hava kararmaya yüz tuttuğundan burada geceleme kararı aldık.

8 Ağustos sabahı, sırt çantalarımız arkamızda yola koyulduk. Hedefimiz, Verçenik’in kuzeybatı yüzünün altında, yaklaşık 3000 metrede yer alan ufak gölün kıyısındaki kamp yeriydi. Muzaffer burasını daha önceki tırmanış denemelerinden biliyordu (Bu gölü, Verçenik’in batısında ve daha yüksekte yer alan Kapılı gölleriyle karıştırmamak lazım). Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüşten sonra gölün kenarına ulaştık ve çadırlarımızı kurduk. Daha önceki tırmanış denemeleri batı yüzündeki bir kulvardan yapılmış ve yaklaşık 3500 metre civarında son bulmuştu. Batı yüzündeki bu kulvar, zirvenin yaklaşık 200 metre altında kesiliyor ve zirveye geçit vermiyordu. Bu bilgiler ışığında, biz tırmanışımızı güneybatı istikametinden yapmaya karar vermiştik.

9 Ağustos sabahı bir keşif yapmak amacıyla saat 11.15 civarında kampımızdan ayrıldık. Verçenik’in batı yamaçlarının altından dolaşarak ve önümüzdeki bir moren sırtını aşarak dağın güneybatı yüzüne döndük. Burada güney sırtına bağlanan kulvarları araştırmak istiyorduk. Fakat karşımıza, güneyden kuzeye, doğrudan Verçenik’in iki zirvesi arasına yükseldiği izlenimi veren bir kulvar çıktı. Kulvarın içerisi hala kıştan kalan kar ve buzla doluydu. Kulvarın ağzına doğru yükseldik ve burada, yaklaşık 3300 metrede kısa bir mola vererek, devam edip etmeme konusunu aramızda konuştuk. Saat henüz 14.30 idi ve devam etmeye karar verdik. Yanımızda krampon ve kazma yoktu, zira Ağustos ayında kar ve buz ile karşılaşacağımızı düşünmemiştik. Kulvarın içerisindeki kar ve buz çok sertti. Burada iz açmamız ve sağlıklı tırmanmamız mümkün değildi. Bu yüzden kulvarın sol yamacındaki kayalardan yükselmeye başladık. UIAA zorluk derecesi II-III olarak tahmin ettiğimiz ve 40-45 derece eğimli kayaların üzerinden serbest tırmanışla 250 metre yükseldikten sonra kulvarın, yaklaşık 3550 metrede bir kılçıkta (V çentik) son bulduğunu gördük. Kılçığın arkası, kuzeye bakan bir diğer dik kar/kaya kulvarıydı ve sonu görünmüyordu. Kılçığın üzerinden zirveye yükselen dik yüzeyde iki hat vardı. Soldaki hat, Verçenik’in üç doruğundan ortanca olanına gidiyordu (bunu tabiatıyla sonra anladık). Bunun sağındaki hat ise ana doruğa (güney doruğuna) doğru yükseliyordu. Burada dik bir bacamsı yapı göze çarpıyordu. Kılçıkta ip birliğine girdik. Bacanın altına doğru bir 15 metre yan geçerken ürktüm, zira ara emniyet noktası koymam mümkün olmadı ve buradan düşmek demek, aşağıdaki buz/kar kulvarının içerisine düşmek anlamına geliyordu. Böyle bir düşüşün ciddi yaralanmayla, hatta bir ihtimal ölümle sonuçlanabileceğine hiç şüphem yoktu. Bacanın altında bir ara emniyet noktası takıp rahatladım ve devam ettim. Hafif eksi eğimli IV zorluk derecesindeki bacanın girişi de bu rotanın kilit noktasını teşkil ediyordu. Bu etaptan sonra bacanın eğimi düşüyor, yarım bacaya ve nihayet kulvara dönüşüyordu. İpin sonuna kadar gittim, burada mümkün olduğunca sağlam bir yere oturdum ve vücudumun üzerinden emniyet aldım. Saat 17.30’da doruktaydık.

Dorukta, bizden önce buraya çıkanların izlerini ve kayıtlarını bulduk. Bir tahta parçası üzerinde okunur okunmaz kazılmış ‘K. Köstl (?), 1960’ kaydı vardı. Bir başka tahta parçası üzerinde ise ‘Ramis X ..?... Midi, 1965’ kaydı bulunuyordu . Bunların dışında, Ardeşen Dağcılık Kulübü amblemini taşıyan ufak bir teneke kutu içerisine yerleştirilmiş bir defterden, bu zirvenin en azından bilinen ilk Türk çıkışının 18 Ağustos 1972 yılında, Ardeşen Kaçkar Dağ Sporları ve Turizmi Derneği Başkanı Yılmaz Ergün başkanlığında, Cemil Ergün, Mehmet Balsüzen ve Selahattin Öner’den oluşan bir ekip tarafından yapıldığını öğrendik. Bunları, 1982 yılında Rize’nin Yeşiltepe köyünden Mehmet Hutoğlu ve Recep Ali Hutoğlu izlemişti. Biz ise Verçenik’in bilinen üçüncü Türk çıkışını yapıyorduk. Defterde ayrıca, 1975 yılında bir Polonyalı ve 1977 yılında bir İtalyan ekibinin tırmanış kayıtları vardı.

Film çekimi ve zirvede yaptığımız incelemeler bir buçuk saat sürdü ve zirveden ayrılmamızı çok geçe bıraktık. Saat 19.00 sularında zirveden ayrılarak, çıkış rotamızı takiben, saat 21.45’te, karanlıkta çadırlarımıza ulaştık. Enver ve Muzaffer önden hızla ilerleyince aramız açılmıştı. Yanıma kafa feneri de almamış olduğumdan, karanlıkta kamp yerimizi bulmakta epey bir zorlandım ve bir aşamada, vadinin içerisinde ışıkları görünen Yukarı Verçenik Yaylası’na inmeyi ciddi ciddi düşünürken, son anda çadırlarımızı gördüm. Her taraftan akan sulardan dolayı arkadaşlarım benim sesimi duymamışlardı.

10 Ağustos sabahı toparlanarak Ortaköy’e indik. Buradan Enver ve ben Büyük Kaçkar dağını tırmanmak için Ayder’e geçerken, MuzafferÖzdemir ve Serdar Tanyeli şehre geri döndüler.

İlerleyen yıllarda, Türk dağcılık tarihine ilişkin Avrupa’daki belli başlı Dağcılık Federasyonu arşivlerinde yaptığım araştırmalar sonucu, en çok merakımı cezbeden, ancak kesin bir sonuca varamadığım kayıt ‘K. Köstl, 1960’ oldu. Bunun ‘K. Koch, 1843’ olma ihtimali var mıydı? Zira Alman botanikçi Karl Koch 1843 ve 1844 yıllarında bölgede bulunmuş ve kapsamlı geziler yapmıştı. Bu gezileriyle ilgili üç tane de kitabı vardı, ‘Reise Im Pontischen Gebirge und Türkischen Armenien’ (Weimar 1846), ‘Die Kaukasischen Länder und Armenien (Weimar 1846) ve ‘Wanderungen im Orient während der Jahre 1843 und 1844’ (Weimar 1847). Koch’un burada kayıtlı ilk kitabının fotokopisini elde ettim ve inceledim, ancak burada Verçenik tırmanışına ilişkin bir kayda rastlamadım. Diğer iki kitabından birinde bir kayıt var mıdır, bunu bilmiyorum. Bilahare Verçenik’i ilk defa Almanya’da Richard Brecht-Bergen’in kurduğu ‘Brecht-Bergen Gezgincileri’nin, ünlü Alman dağcı Willy Rickmer-Rickmers ile birlikte 1901 yılında Karadeniz’e yaptıkları gezi sırasında tırmandıklarını Rickmer-Rickmers’ın ‘Ich Über Mich’ başlıklı otobiyografisinden öğrendim. Ancak Rickmer-Rickmers’in otobiyografisinde hiç bir ayrıntı yoktu. ‘Brecht-Bergen Gezgincileri’nin ‘Die Exkursionen’ (Geziler) başlıklı yıllıkları Alman Dağcılık Federasyonu’nun kütüphanesinde bulunuyordu. Fakat tam da Verçenik tırmanışının hikayesini anlatan nüsha kütüphaneden alınmış ve geri getirilmemişti. Sahaflarda ve arama motorlarında yıllardır yaptığım araştırmalardan da maalesef bugüne değin sonuç alamadım. Bu yüzden şu aşamada Verçenik’in ilk tırmanışının kimler tarafından yapıldığı sırrını koruyor.

İlk Türk tırmanışının 1972 yılında yapıldığını da kesin bir tespit olarak ortaya koymamız mümkün değildir. Ola ki daha önce yapılmıştır ancak yapanlar bir kayıt bırakmamışlardır veyahut bu kayıt zaman içerisinde kaybolmuştur. Bu yüzden, Verçenik’in ‘bilinen ilk Türk tırmanışının 1972 yılında Ardeşenli ekip tarafından yapıldığından’ bahsetmek, herhalde daha doğru olacaktır. Rota konusu keza muammadır. Bizim tırmandığımız rota üzerinde, buradan daha önce tırmanıldığına dair hiç bir iz bulmadık. İtalyan ekibin kaydında güneyden çıktıklarına ilişkin not düşülmüştü. Yeşiltepe köyünden 1982 yılında zirveye ulaşan yörelilerin keza bizim tırmandığımız ve ip emniyeti gerektiren kulvardan tırmanmadıklarını varsayacak olursak, o halde Verçenik’in güney sırtı üzerinden nispeten kolay bir tırmanış rotası olması gerektiği sonucu çıkmaktaydı. Fakat gel zaman git zaman, bizim tırmandığımız bu rota, dağın klasik rotasına dönüştü.

Verçenik’in şüphe götürmeyen ilk kış çıkışı ise, bir sene sonra, 15 Mart 1984 tarihinde, aynı rotadan, Muzaffer Özdemir, Seyhan Çamlıgüney ve Ahmet Gürbüz tarafından yapıldı.

*Not: Her iki fotoğraf da Anadolu Dağcılar Birliği’nin 1983 ve 1984 yıllıklarında yayımlanmıştır)


“BEYAZ ÖLÜM”** İLE FLÖRT

Öğleden sonra güneşin son ışınlarının kaybolmaya yüz tuttuğu saatte, eski Demirkazık Dağ Evi’nin penceresinden bakıyorum. Köyün içerisinden dağ evine çıkan yoldan, ince, uzun boylu, kısa kumral saçlı, arkasında belli ağır kırmızı sırt çantasıyla birisi tek başına ve yavaş adımlarla dağ evine doğru ilerliyor. Aylardan Şubat. O dönemin (1983) Türkiye'si için hiç de alışagelmiş bir kare değil, böyle kışın tek başına bir dağcıya rastlamak. Dostum Ingrid Reuber’i hep böyle hatırlayacağım. Tek başına, yalnız, mağrur, güçlü bedeni içerisinde gizlenmiş kırılgan, narin bir ruh. Ve unutamadığım o parıldayan, berrak mavi gözleri, içten çocuksu gülümsemesi, masum yüz ifadesi. Talihsiz dostum Ingrid. Yalnız yaşadı ve yaşama kim bilir hangi koşullarda yalnız başına gözlerini yumdu. Nasıl olduğunu düşünmek dahi istemiyorum. Eğer öbür dünya varsa, kapısından girerken karşı tarafta onun gülümseyen yüzünün beni karşılamasını isterim. Ve bir ilahi adalet, bir cehennem varsa, ona kıyanların, böylesine güzel bir canı alanların, istedikleri kadar iman getirmiş olsunlar, orada çatır çatır yanacaklarına hiç bir kuşkum yok.

Kızılkaya’ya gidip gidip dönmekten herhalde bıkmış olmalıyız ki, 1983 kışında Recep’le bu kere Demirkazık’ın kış çıkışını denemeye karar vermiştik. Demirkazık dağını normal rotasından, yani Narpuz Boğazı üzerinden, kızıl çarşak ve doğu külahından tırmanacaktık. Demirkazık Dağ Evi’nden hareketle Narpuz Boğazı’nı aşarak kızıl çarşağın altında kampımızı kurmayı, buradan tek seferde zirveye ulaşmayı tasarlamış ve hazırlıklarımızı buna göre yapmıştık. Ingrid hesapta yoktu. O akşam dağ evinde Ingrid’le sohbete koyulmuştuk. Alman olduğunu, Berlin’de doğup büyüdüğünü, jeoloji tahsili aldığını ve halihazırda Fransa’da Grenoble üniversitesinde akademisyen/araştırman olarak görev yaptığını öğrendik. Ingrid, iki dahi bilim insanının kızıydı. Fizikçi olan babası Prof. Dr. Claus Reuber, Berlin Teknik Üniversitesi, Fritz Haber Enstitüsü’nde, kimyager olan annesi Ellen Reuber ise Meşhur Max Planck Enstitüsü’nde araştırmacıydı. Ingrid de onlar gibi akademik bilim hayatını seçmişti. Demirkazık Dağ Evi’nde Ingrid’le tanıştığımızda, Ecemiş fay hattına ilişkin jeolojik çalışmalar yapmak üzere Niğde’ye seyahat etmiş, burada Demirkazık köyünde bir dağ evinin varlığından haberdar olunca çıkagelmişti.

O akşam Ingrid, ertesi gün dağa bizimle gelmek istediğini söylediğinde Recep’le şöyle göz göze geldiğimizi hatırlıyorum. Ingrid’in kılık kıyafeti, ayakkabıları ve genelde malzemesi, hiç de böyle bir çıkış için elverişli görünmüyordu. Dağ evindeki akşam sohbetimiz sırasında, elinde bir çuvaldız, taban lastiği açılmış ince deri botlarından birisini tamir ediyordu. Çantasında, çuvaldızdan kerpetene yok yoktu. Fakat üstünde kalın yeşil bir kazak, onun üstünde ise kırmızı imperteks bir rüzgarlık dışında başkaca koruyucu bir giyecek görünmüyordu. Açık kahverengi fitilli kadife pantolonu neredeyse erimek üzereydi. Dağ ayakkabıları ince deriden imal edilmiş yazlık ayakkabılardı. Bunların da Vibram tabanı zar gibi incelmişti. Tepesine kadar tıka basa doldurulmuş, kir ve lekeyle bezenmiş, sağı solu dikişlerle tutturulmuş kırmızı sırt çantasının içerisinden kim bilir nasıl bir çadır ve uyku tulumu çıkacaktı? O zaman nereden bilebilirdik ki, Ingrid, bizim en mükemmel malzemeyle çıkamayacağımız dağları, sırf azim gücüyle çıkabilecek dayanıklılığa sahip olsun. Muzaffer Özdemir ve Ingrid, dağcılık hayatımda tanıdığım, insanüstü azime ve dayanıklılığa sahip iki dağcı dostum olageldi.

Sonradan öğrenecektim, Ingrid’in, Hindistan’ın Ladakh bölgesinde, Suru vadisinde yer alan Himalaya dağlarının en çetin 7000’lik zirveleri arasında sayılan Nun (7135 m) ve Kun’un (7038 m) zirvelerinden Nun’un zirvesine, bir jeolojik araştırma sırasında, hiç bir ön izin almadan ve yine üzerinde benzer bir kıyafetle, aklına esip tek başına çıktığını. İşin komik tarafı, Ingrid, Nun-Kun ana kampına ulaştığında burada bir Fransız ekspedisyonu bulunuyormuş. Ingrid ertesi gün dağa doğru biraz yükseleceğini söylediğinde ise kamptaki hiç kimse tabiatıyla zirveye gideceğine ihtimal vermemiş. Ingrid, evde diktiği, tek kat, tek kişilik naylon bivak çadırıyla, üstünde ince bir anorakla, ayağında deri dağ ayakkabılarıyla yola koyulmuş.

Yalnız burada, antr-parantez açıp Ingrid’in Demirkazık’ta da kullandığı bu çadırını anlatmadan geçemeyeceğim. Çadır dört parça kahverengi imperteks kumaştan ibaretti. Bunlardan birincisi çadırın tabanını, ikincisi çadırın iki yanını, diğer ikisi ise çadırın iki başını oluşturuyordu. Çadırın direkleri, Ingrid’in, Alp dağlarında kamp yerlerindeki çöplüklerden topladığı, parçalanmış ve atılmış dağ çadırlarının alüminyum direklerinden keserek bu çadıra uyarladığı direklerdi. Çadırın tabanını dört taraftan yere sabitleyip bu iki direğin birini bir uçtan, diğerini de diğer uçtan taktığında çadırın kumaşı ufacık üçgen bir tünel şeklinde geriliyordu. Fakat çadırın iki başı bu üçgen tünele dikili değildi, “velcro”larla tutturuluyordu! Şimdi siz, başkalarının ancak tam teşekküllü ekspedisyon malzemesiyle, her türlü fırtınaya dayanıklı kubbe çadırlarla teşebbüs etmeye cesaret edebildiği Himalayalar’daki bir 7000’liğe, bu şekilde tek başınıza gittiğinizi düşünün. İşte Ingrid böyle azimli, yürekli ve belki de gözü pek bir dağcıydı.

İşin komik tarafına gelince, Ingrid tek başına Nun’un zirvesine ulaşırken, Fransız ekspedisyonunun son kamptan geri dönmesi ve zirve yapamamasıydı. Ana kampta tekrar bir araya geldiklerinde Fransızlar Ingrid’in yüzüne bakamamışlar. Tabiatıyla biliyorum, Himalayalar’da başarı veya başarısızlıkta bir gün dahi belirleyici olabilmektedir. Nitekim kuşkusuz Ingrid’in şansı yaver gitmiş. Hiç şüphe yok ki dağın yüksek kesimlerinde o malzemesiyle ciddi bir fırtınaya yakalanmış olsaydı hayatta kalma şansı çok az olurdu.

Bir de Ingrid’in Mont Blanc’da benzer bir hikayesini dinledim. Üniversiteden birkaç arkadaşıyla birlikte Ingrid, Mont Blanc’a tur kayaklarıyla tırmanmaya karar veriyorlar. Ingrid’in tur kayakları eski tahta kayaklar-yani yan çelikleri yok. Görenler gülüyor, dalga geçiyorlar. Günün sonunda gülenlerin büyük çoğunluğu modern malzemeleriyle zirveye varamazken, Ingrid, nuh nebiden kalma tahta tur kayaklarıyla zirveye ulaşmayı başarıyor.

28 Şubat sabahı ben, Recep ve Ingrid Demirkazık Dağ Evi’nden yola koyuluyoruz. Hava açık fakat soğuk. Kuzey istikametinden sert bir rüzgar esiyor. Yer yer çok kalın bir kar örtüsü üzerinden ilerliyoruz. Özellikle aşağı Narpuz Boğazı'nda bir hayli batıyoruz. Burada Ingrid’in gücüne tanık olmaya başlıyoruz. Arkasındaki ağır sırt çantasına rağmen, yüksek tempoyla, gıkı çıkmadan, dizlerinin üstüne kadar varan karda iz açıyor. Altı saat sonra yukarı Narpuz Boğazı'ndan çıkıyor ve kızıl çarşağın altındaki çanağa varıyoruz. Burada derin, kuru bir toz kar var. Çadır kurmakta çok zorlanıyoruz. Ingrid’in çadırını gördüğümüzde Recep’le küçük dilimizi yutuyoruz. Çadırlarımızın kazıkları tutmuyor. Ellerimiz, ayaklarımız donuyor, müthiş sancımaya başlıyor. Ingrid’in pantolonu, ayakkabıları, tozluk olmadığı halde önde iz açmaktan ıslanmış. İnleyerek ağlıyor, fakat sanki hiç bir şey yokmuşçasına çadırını kurmaya çabalıyor. Zorlandığında Ingrid’in bu inleyerek ağlamasına ilerleyen senelerde de tanık olacağım ve ancak o zaman anlayacağım bunun bir çaresizlik ağlaması olmadığını. Bu bir nevi koruma mekanizması. Duygusal, psikolojik veya fiziksel aşırı yüklenmenin üstesinden gelebilmek için bir tür emniyet supabı. Fakat o akşamüstü Ingrid’in bu ağlaması benim asabımı bozuyor. Bir aşamada Ingrid çadırını kurmasına kuruyor fakat “velcro” ile kapatmaya çalıştığı uçlardan içeriye o iğrenç toz kar doluyor. Bu çadırda gecelemesi olası değil. Bizde ise o kışın başında arkadaşımız Fikret Gürbüz’den satın aldığımız bir North Face kubbe çadır var. İlk defa kullanıyoruz. Bir kez kurmayı ve toz karda sabitlemeyi becerdikten sonra, aman Tanrım ne büyük bir lüks. Ingrid’i de içeri, aramıza alıyoruz ve çay suyu kaynatıp, ısınmaya çalışıyoruz. Rüzgar şiddetleniyor ve hava kapatıyor. Kar yağmaya başlıyor. Recep kendini iyi hissetmediğini söylüyor ve fırtınada sık sık tuvalete çıkıyor. Belli ki yolculuk sırasında yediği bir şeyden zehirlenmiş. Geceyi rahatsız bir şekilde geçiriyoruz.

1 Mart sabahı uyandığımızda hava hala kapalı, kar yağışı devam ediyor. Sis kızıl çarşağın altlarına kadar inmiş durumda. Recep çok halsiz hissettiğini, o gün tırmanamayacağını söylüyor. Ingrid’le hazırlanıyoruz ve çıkışa başlıyoruz. Çok batıyoruz. Fakat sırt çantalarımız hiç değilse nispeten hafif.

Kızıl çarşağın oluşturduğu karla yüklü kulvarın içerisinden yükseliyoruz. Geceden başlayarak devam eden kar yağışından dolayı bu kulvarın çığ bakımından tehlikeli olduğunun farkındayız. Bu yüzden kulvarın ortasından tırmanmaktansa sağ tarafta kulvarı kapayan kayaların hemen dibinden yükseliyoruz. Kayaların dibinde kar daha kalın ve altta boşluklar var. Yer yer koltuk altlarımıza kadar saplanıyoruz. İki saat sonra, sırtın yaklaşık 100 metre altına, düz yukarıya devam edemeyeceğimiz bir noktaya ulaşıyoruz. Külahın altındaki sırta varmak için sola yukarıya doğru bir traversle yükselmemiz gerekiyor.

Ingrid önde iz açıyor. Biraz mesafe bırakıyorum. Belki bizi kurtaran da bu oluyor. Aramız bir 15 metre açıldıktan sonra Ingrid’in arkasından devam ediyorum. Her şey bir anda oluyor. Ne olduğunu dahi anlamıyorum ilk başta. Dizlerimin etrafındaki kar, adeta tencerenin içerisinde kaynamaya başlayan suyun ‘fokurdadığı’ gibi köpürüyor. Bir salise önce, İngrid’in izleri hariç pürüzsüz olan karın yüzeyi kırılıyor ve hallaç pamuğuna dönüyor. Düşünmeye, bağırmaya, herhangi bir tepki vermeye vakit dahi bulamıyorum. Hareket halindeki kar tabakasının ağırlığı, denize girerken güçlü bir dip dalgasının insanın ayaklarını zeminden kesip vücudunu kaldırıp sahile doğru fırlatması gibi baldırlarıma yükleniyor ve beni sırt üstü atıyor. Artık beyaz bir dünyanın içerisindeyim. Sisli gökyüzü ile içerisinde sürüklendiğim kar birbirine karışıyor. Yön hissimi korumaya çalışıyorum. Karın ağırlığı ve baskısıyla yuvarlanıyorum. Sırt çantam hareketimi engelliyor ve beni dibe çekiyor. Kayaların sağımda olması gerektiğini biliyorum, fakat sağ ne taraf? Kazmam elimde, kendimi durdurmak için kayaların olduğunu düşündüğüm tarafa doğru hamle yapıyorum, fakat her yanı hareket halindeki bu kütlenin içerisinde çabalarım boşa çıkıyor. Ağzım, burnum, gözlerim karla doluyor, nefes almakta zorlanıyor, öksürmeye, boğulmaya başlıyorum.

Saniyelerle ölçülecek bir süre sanki bir ömür boyu uzuyor. Kazmamın ucu bir anlığına bir şeye takılıyor. Bu dahi, üst vücudumla bacaklarım arasındaki ivmeyi değiştirmeye yetiyor ve bacaklarım aşağıya doğru savruluyor. O ana kadar sırtüstü çaresiz kayarken şimdi yana dönmüş olarak sürükleniyorum. Kazmamla sürekli hamle yapıyorum. Kazmamın ikinci kez takılmasıyla birlikte üzerimdeki karın bir anda üstümden aktığını hissediyorum ve kendimi karın yüzeyinde buluyorum. Korku, panik ve şokun verdiği insanüstü güçle ayağa fırlayıp, bata çıka kendimi kulvarın kenarındaki ilk kaya blokunun üzerine atıyorum. Bütün vücudum elektrik akımına kapılmış gibi zangır zangır titriyor. Nefes nefeseyim. Hiperventilasyondan dolayı gözlerim kararıyor.

Çığın izini tarıyorum. Gözüm deliler gibi Ingrid’den bir belirti arıyor. Yaklaşık 80 metre aşağıda karın içerisinde bir hareket görüyorum. Kara bulanmış kahverengi fitilli kadife pantolonlu bir bacak çıkıyor. Sonra kırmızı bir kol. Çılgınlar gibi bağırarak kendimi tekrar karın içerisine atıyor ve çığın izinden bir sarhoş gibi düşe kalka aşağıya koşmaya başlıyorum. Daha Ingrid’in yanına vardığımda karın yüzeyinin sertleşmeye başladığını fark ediyorum. Başının üstündeki ve etrafındaki karı ellerimle kepçeleyerek atıyor yüzünü açığa çıkarıyorum. Ingrid buhar makinası gibi ıslık çalarak nefes almaya çalışırken bir taraftan öksürüyor, bir taraftan ağlıyor. Sarılıyorum ve bana yardım etmesi için yalvarıyorum. Bir an önce buradan kayalara ulaşmamız gerektiğini söylüyorum. İkinci bir çığı tetiklememizden korkuyorum. Aklıma 1975 yılında, yine Demirkazık’ta Hodgkin/Peck kulvarında bir çığda hayatını kaybeden Rezzan Okşar ile Faruk Süner’in kazası geliyor. Onlar da ilk tetikledikleri çığdan kurtulup sonra ikincisinde hayatlarını kaybetmişlerdi.

Ingrid’in de yardımıyla kısa zamanda vücudunun diğer kısımlarını kardan kurtarıyor ve kendimizi kayaların üzerine atıyoruz. Burada şokun geçmesi için ne kadar oturduğumuzu hatırlamıyorum. Ne yapacağımızı konuşuyoruz. Sanırım ikimiz de kulvardan aşağıya inmekten daha çok korktuğumuz için olsa gerek, ucuz bir kahramanlık edasıyla, en azından sırta kadar devam edip durumu orada tekrar değerlendirmeye karar veriyoruz. Bu kez ortadaki dik kayaların üzerinden doğrudan sırta doğru yükseliyoruz. Kayaların bittiği yerde çığı tetiklediğimiz noktaya tekrar ulaşıyor ve burada, sırtın hemen altında orak şeklinde çığın koptuğu kesiti görüyoruz. Klasik bir tabaka kar çığı bu. Derinliği yaklaşık 1 metre, uzunluğu ise yaklaşık 15-20 metre civarında. Bu da ortalama 10 ton ağırlığa tekabül eder. Çok ucuz atlattığımızın farkındayız. Bu çığ bizi daha aşağılarda kulvarın ortalarında bir yerlerde yakalamış olsaydı, kurtulma şansımızın olmayacağını biliyoruz.

Sırta vardıktan sonra batıya doğru külahın altına devam ediyoruz. Yoğun sis, hafif rüzgar ve devam eden kar yağışı koşullarında külahın ancak alt bölümlerini görebiliyoruz. Burada gördüğümüz manzara iç açıcı değil. Külahın üstü hatırı sayılır bir kar tabakasıyla sıvanmış durumda. Altında ise ne olduğunu bilmiyoruz. Burada da tabaka kaymalarının olması çok muhtemel. Havluyu atıyoruz ve dönmeye karar veriyoruz. Aramızda konuşmuyoruz, fakat ikimizin de aklından, iniş sırasında kulvarda ikinci bir çığı tetikleme tehlikesi geçiyor. Ayak izlerimizi gerisin geri takip ederek kayaların üzerine varıyoruz. Kayaların dibinden bazen belimize kadar batarak ihtiyatlı bir şekilde iniyoruz. İpe bağlanmıyoruz. Bu ihtimali aramızda konuşmuyoruz dahi. Bir şey olursa birimizin diğerini beraberinde sürükleyeceğini biliyoruz. Yer yer aramızda mesafe bırakıyor, yer yer arka arkaya ilerliyoruz. Kayalar bitmeye yakın, kulvarın girişi bir faraşın ağzı gibi aşağıya doğru genişliyor, çanağa doğru açılıyor. Sırtta düşürdüğümüz çığın taa buraya kadar inmiş olduğunu görüyoruz. Buradan aşağıya sağa, tam da kulvarın en geniş ve tehlikeli olan ağzından çadırımızın bulunduğu düzlüğe doğru uzunca bir yatay geçiş yapmak zorundayız. Çok ürküyoruz. Aramızda neredeyse 300 metre bırakarak önce Ingrid, sonra ben, yüreğimiz ağzımızda, çadırımıza ulaşıyoruz. Recep bize çay yaparken maceramızı anlatıyoruz. Ingrid’le bu kader birliğimiz, ileride yapacağımız birçok faaliyet için aramızda sarsılmaz bir güven ve kopmaz bir bağ oluşturuyor.

Bugünün perspektifinden düşündüğümde şans eseri mi kurtulduk, bundan emin değilim. Birçok ekip kulvarın ortasından vurup iz açarak çıkardı. Bu da çığı çok daha aşağılarda tetikler, düşen karın ağırlığı ve kütlesi muazzam olurdu. Oysa biz, ister önsezi diyelim buna, ister tecrübe, kulvarın sağındaki kayaların dibinden çok daha zor, miks tırmanışla yükselmiştik. Kayaların bittiği yerden ise sırta daha bir 100 metre bulunduğundan mecburen sola, külahın altına doğru yatay bir geçiş yapmak zorunda kalsak da, bunu tam yatay değil yukarıya doğru bir açıyla yapmıştık. Bu yüzden çığı, kırılma noktasının neredeyse hemen altında tetiklemiştik. Bir diğer ifadeyle, çığın kırılma noktası ile yakalandığımız nokta arasındaki yığılmış olan kar miktarı nispeten azdı. Ben Ingrid’le aramda mesafe bıraktığımdan çığın kenarında kalmıştım. Dolayısıyla görece yüzeyde kalmayı başarabilmiştim. Ingrid bile, çığın tam ortasında olmasına rağmen kısmen yüzeyde kalabilmişti. Eminim ben olmasam da Ingrid kendini kurtarmayı başarırdı. Rüzgarın son 24 saat kar yağışıyla karışık kuzeyden estiğine dair elimizde hava raporu olmuş olsaydı, kuşkusuz güneye bakan yamaçlarda, özellikle sırt nahiyesinde, rüzgarın yığması neticesinde tabaka kar çığı tehlikesi olabileceğini tahmin edebilir ve daha dikkatli tırmanırdık. Fakat o dönemde böyle bir imkan yoktu.

Bu satırları yazarken çok karmaşık duygular içerisindeyim. Ingrid 26 Kasım 1991 yılında, 37 yaşında Pakistan’da hayata gözlerini yumdu. Önce Recep’in sonra da Ingrid’in ölümüyle birlikte iki dağcı dostumu kaybettim. Kuşkusuz dağcılık camiası içerisinden ‘dost’ saydığım, bağrıma bastığım ve derin, sarsılmaz bir bağlılıkla manevi olarak bağlı olduğum başka dostlarım yok değil. Fakat Recep ve Ingrid’in yerini başka hiç bir dağcı dostumun doldurması da mümkün değil.

1985 ve 86 yıllarında, geçtiğimiz Mayıs ayında 80 yaşına basan ünlü Alman çığ uzmanı ve Norveç’li arkadaşı Nils Faarlund’la birlikte “Norveç Metodu” olarak bilinen çığ testini geliştiren Walter Kellermann’ın yanında, çığların oluşumunu, kar katmanlarının incelenmesini ve çığ testlerini etüd ettim. Walter’in meşhur sözünü hiç unutmayacağım: “çığların düşmesi bir istisna olmayıp, bir kural olsaydı, Batı Alpleri’nde her gün düzinelerce dağcı ve tur kayakçısı hayatını kaybederdi”! Bugün ülkemizde Facebook’ta, karlı yamaçlarda, arka arkaya yılan gibi dizilmiş tırmanan dağcıları gördüğümde, aklıma hep bu sözler gelir.

Walter Kellermann’ın mucidi olduğu Norveç Metodu’nun yerine, bugün Alp dağlarında Snow Card, Nivo Test, Stop-Go Method gibi alternatif metotlar kullanılıyor. Fakat kar katmanlarını, bunların kesitini almak suretiyle fiziki olarak inceleyen ve aralarındaki bağı test eden Norveç Metodu hariç, diğer metotlar, Alp dağları ülkelerindeki çığ erken uyarı merkezlerinin günlük olarak yayınladıkları “çığ risk değerlendirmesi raporu” ile birlikte yamacın eğimini ve yönünü esas alan bir matematiksel hesap üzerinden çığ ihtimalini değerlendiriyorlar. Ülkemizde çığ erken uyarı merkezlerinin bulunmadığı koşullarda, yegane metot, “Norveç Metodu” olarak karşımıza çıkıyor.

NOT: Yasemin Geçidi’nden kayakla inerken çekmiş olduğu, Demirkazık’ın “Kızıl Çarşak” rotasının karlı halini gösteren muhteşem fotoğrafını burada kullanmama izin verdiği için İsmet İnan’a şükranlarımı sunuyorum. Aynı şekilde ilk Demirkazık Dağ Evi’nin fotoğrafını kullanmama izin verdiği için yakın dostum Haldun Aydıngün’e de müteşekkirim.

** “Beyaz Ölüm”, Almanca’da çığlara verilen isimdir.

 

İletişim

Ömer Burhan Tüzel

botuzel[at]gmail[nokta]com