Brenta_Banner.jpg

Yaklaşık 5 yıldır aktif şekilde tırmanış ve dağcılık yapan ve 12 yıldır farklı doğa sporlarıyla iç içe bulunmuş bir insan olarak, neredeyse her doğa deneyimimde insanlığın doğaya etkileri karşısında dehşete düşüyorum. Bu tablonun azımsanmayacak bir kısmının “doğaseverler” tarafından bilinçli veya bilinçsiz şekilde oluşturulduğu da acı bir gerçek.

Tarihsel ilerleyişle doğanın işleyişinde daha fazla söz sahibi olduk. İçinde yaşadığımız jeolojik dönemi “antroposen dönem” olarak değerlendiren bilim insanları bulunmakta. Antroposen dönem fikrinin ortaya çıkışı ise insanın artık doğanın bir parçası değil, doğaya direkt etkisi olan bir faktör olmasına dayanıyor. Yani doğa karşısında öyle bir güce sahibiz ki, onun parçası olarak nitelendirilmemiz doğru değil. Doğa karşısında kazandığımız bu iktidar, günümüzde güç sarhoşluğuna dönmüş durumda. Ondan sonu gelmeyen bir kaynakmışçasına yararlanmamız, tarihte “gelişmiş toplumların” Afrika ve Amerika’yı sömürmesini andırıyor. Bugün nasıl insanın insana yaptığı sömürü ve soykırım gibi tarihsel olaylara tiksinerek ve utanarak bakıyorsak, dozunu arttırmaya devam ettiğimiz doğaya karşı şiddetin de bundan geri kalır yanının olmadığının bilincinde olmalıyız.

Bu yazıda çevre krizi hakkında ufak bir bilgilendirme yapmak, “doğa sporlarının çevreye etkisi” ve “endüstriyelleşen doğa sporları” gibi ayrı yazıların konusu olabilecek önemli konulara yüzeysel olarak değinmek istiyorum. En sonunda ise doğa ile en iç içe olan ve bu sebeptendir ki bu konuda büyük sorumluluk taşıyan tırmanıcıların yapabileceklerine değineceğim. Biraz iç karartıcı ve can sıkıcı bir yazı olabilir, ancak yüzleşmemiz gerekiyor!

Çevre krizinde bugün ne durumdayız? 

Bu konuda dönüşü olmayan noktayı ne yazık ki çoktan geçtik. Bu kısımda felaket senaryolarına girmeden, yorumu ve detaylı araştırmayı okuyucuya bırakarak üç konuya sadece değineceğim: karbon salınımı, atıklar ve insanlar dışındaki canlılar. 

Mart başında biten Uludağ sezonu, 21 Aralıkta Aladağlar’da kaya tırmanışı, Erzurum'da donmayan şelaleler, Alpler’de hızla eriyen buzullar ve hava sıcaklığına bağlı kaya bloklarının düşmesi, Himalayalar’da hızla çekilen buzullar… Bunların hepsi artık sıradan haberler ve bunların nedeni karbon emisyonu. Bazılarının görüşü kar&buz tırmanışını tadabilen son jenerasyon olduğumuz ve kış dağcılığında sona yaklaştığımız (halihazırda Alplerde 1950li yıllara kadar açılan bazı rotalara bakıldığında, 1950’li yıllar ile günümüz arasındaki koşullarda dağlar kadar fark var).

Mer de Glace Mont Blanc Masif. Buzul seviyesi değişimi. Mer de Glace Mont Blanc Masif. Buzul seviyesi değişimi. - Görsel https://www.rfi.fr/en/france/20190725-shrinking-glaciers-climate-change-french-alps adresinden alıntılanmıştır.*

Karbon emisyonu çok detaylı bir konu, ancak kısa bir özet geçmek gerekirse atmosferde bulunan karbon miktarı ne kadar fazla olursa, sıcaklık o kadar artar. Karbon salınımına neden olan kaynakların başında fosil yakıt tüketimi geliyor. Fosil yakıt tüketimindeki kalemlerin başında ise enerji üretimi, taşıma/ulaştırma ve endüstri yer alıyor.  Eğer tüketimimize bu hızda devam edecek olursak 30 yıl içerisinde sıcaklıkların sanayi devrimi dönemine göre 2 derece artacağı öngörülüyor. 2 derece deyip geçmeyin, bu artış bütün doğal dengelerin altüst olmasına, birçok canlının yok olmasına, kutuplardaki buzulların erimesine, son zamanlarda bazılarına şahit olduğumuz beklenmedik hava durumlarına neden olacak.

CO2 yoğunluğu ile sıcaklık arasındaki bağlantı. CO2 yoğunluğu ile sıcaklık arasındaki bağlantı. - Görsel https://www.climatecentral.org/gallery/graphics/co2-and-rising-global-temperatures adresinden alıntılanmıştır.

Dediğim gibi fazla detaya inmiyorum, karbon salınımı hakkında basit bir araştırmayla çok daha bilimsel ve bir o kadar da dramatik bilgiye ulaşabilirsiniz.

Atıklar, benim değineceğim kadarıyla çöplere geçersek zaten hepimizin şahit olduğu ve birçoğumuzun rahatsız olduğu bir konu. Türkiye’de benim gördüğüm kadarıyla yeteri kadar hassas olmadığımız bir nokta. Aladağlara ilk defa gittiğimde iki şey aklıma kazındı: oranın güzelliğinden ve yüceliğinden etkilenmem ve takip ettiğimiz yol üzerinde rastladığımız konserve kutuları, plastik ambalajlar gibi insan izleri. Bu durumdan en az benim kadar oranın yerlileri yani yaz mevsimini orada geçiren çobanlar da rahatsızdı. Gidenler bilir, oldukça sıcakkanlı ve misafirperver insanlar. Geçtiğimiz yaz çadırlarında ettiğimiz muhabbet, tabii ki bir şekilde çöplere geldi. Bu konudaki memnuniyetsizliklerinin yanında, verdikleri örneklerden biri kamp alanında atılan ıslak mendillerin koyunlarının ölmesine neden olmasıydı. Atıkların uzun vadedeki etkileri dışında, anında etki ettiği bu örnek bende de aynı hızda öfkeyi uyandırdı. 

Konuyla ilgili belgesel veya ilgili sivil toplum kuruluşlarının iletişimlerine denk gelenler şu görüntülere aşinadır: kafası plastik bir halkaya sıkışmış kaplumbağa, otopsi sonucu içinden onlarca plastik parça çıkmış kuş, yüzgeci veya başka bir uzvu üzerine dolanan ağlar yüzünden deforme olmuş yunus. Aynı durum tırmanış yaptığımız dağlarda ve tırmanış bahçelerinde de geçerli. Tıpkı Aladağlar’da Adem’in bize verdiği örnekteki gibi yaban hayat da attığımız plastikler, alüminyum kaplar, kartuşlar, sigara izmaritleri ve daha niceleri tarafından zarar görüyor.

Dağlarda ve tırmanışbahçelerinde sık karşılaştığımız bazı atıkların çözünme süresini bu yazıya eklemekte fayda var.

Atık

Çözünme süresi

Sigara izmariti

10 - 12 yıl

Alüminyum konserve

200 - 250 yıl

Köpük bardak

50 yıl

Pil

100 yıl

Naylon

30 - 40 yıl

Plastik şişe

450 yıl



Son olarak canlıların durumuna değinelim. WWF’in 2018 yılında yayınladığı rapor yine trajik verilerin habercisi. Yayınlanan raporda takip altında bulunan 4005 türün nüfusu 1970 - 2014 yılları arasında %60 azalmış durumda. Bu durumun kaynağı ise başta doğal yaşam alanlarının tahribatı / yok oluşu, tüketim, yabancı yırtıcıların ortaya çıkışı, kirlilik ve iklim değişikliği. İlgili rapor, bölge bölge ve tür tür yok olma oranlarını ve nedenlerini de gösteriyor. Ben burada tehlike çanlarının çaldığının en kritik verisini sizinle paylaşıp, raporu incelemeyi size bırakıyorum. 

Doğa sporlarının çevreye etkileri ve endüstriyelleşen doğa sporları

Türkiye’nin ilk tırmanış neslinden isimlerin kendi deneyimlerini bizimle paylaştıkları birkaç söyleşiye katılma fırsatım oldu. 90’lı ve 2000’li yıllarda tırmanış yapmanın zorluklarından ve bu zorlukların getirdiği kendine özgü ruhtan bu söyleşilerde sık sık bahsedilir. En büyük problemlerden biri ise düzgün malzeme bulmanın zorluğudur. Günümüzdeki “sosyal medya kampçılarının” aksine, 2000’li yıllar ve öncesinde doğa sporu yapanların motivasyonları ve genelinin sahip olduğu ruha hep imrenmişimdir.

Günümüzde ise koşullar daha farklı. Her büyük şehirde irili ufaklı doğa sporları malzemeleri satan mağazalar bulunmakta. Artık doğa sporları çok daha ulaşılabilir bir konumda. Doğa sporları malzemeleri sektörü aldı başını gidiyor. Hemen yarın ip, kemer, ekspres set alabilir ve eğer deneyimim varsa tırmanışa gidebilirim. Aynı şekilde yol üstünde bulunan süpermarketlerden bile idare edecek bir çadır ve uyku tulumu alıp kampa ve festivallere doğru yola çıkabilirim.  Bu kulağa iyi bir haber gibi gelse de, eski nesillerin bu sporları yaparken sahip olduğu motivasyondan yoksunluk her doğaya çıktığımızda yüzümüze çarpıyor.

Son yıllarda dağcılık, trekking, hiking, kayak vb. doğa sporları popüler hale geldi. Bu sadece Türkiye’de özgü bir durum değil. ABD verilerine bakıldığında 2006 - 2018 yılları arasında hiking yapan kişi sayısı %60 artış göstermekte. Aynı şekilde TDF’nin lisanslı sporcu sayısı 2016 - 2019 yılları arasında iki katından fazla artış gösterdi.

ABD’de günübirlik doğa yürüyüşü yapan kişi sayısı 2006 - 2018 ABD’de günübirlik doğa yürüyüşü yapan kişi sayısı 2006 - 2018 - Görsel https://www.statista.com/statistics/191240/participants-in-hiking-in-the-us-since-2006/ adresinden alıntılanmıştır.

Artış kampçılıkta da kendini gösteriyor. Elimde sayısal veri bulunmasa da en basitinden tırmanışın içinde sadece 5 yıl bulunmuş biri olarak Ballıkayalar’ın vadi tabanında 5 yıl önce tek tük çadırlar varken bugün kamp atacak yer bulunamıyor olduğunu gözlemleyebiliyorum. Değişen ekonomik koşullar ve alım gücünün düşüşü, insanlara otel tatillerindense kamp yapmayı daha cazip kılmakta. Deniz kenarlarında, Kaz Dağlar’ı gibi yerlerde artan kamp alanları sayısından hatta bu kamp alanlarında sezon içinde yer bulunamamasından görebiliyoruz.

Bu yoğun talep tur sektörünün büyümesini de sağladı. Bugün birçok insan tur satın alıp tatillerini Aladağlar ve Likya Yolu gibi popüler yerlerde geçiriyor. Bayramlarda ve hafta sonuna yakın resmi tatillerde Aladağlar’da onlarca insana rastlamak çok normal bir durum. Yine aynı şekilde farklı kuruluşların düzenlediği kamp veya doğa yürüyüşü etkinliklerinde onlarca hatta yüzlerce (bazı kamp etkinliklerinde ve festivallerde bu sayı binleri buluyor) insanı aynı anda doğaya çıkarken görebiliyoruz.

Doğa sporları yapan insan sayısındaki büyük artışın hem pozitif hem negatif etkileri var. Bir söyleşide Haldun Aydıngün (yanlış hatırlıyorsam üzgünüm) konuya şöyle değinmişti. Tırmanıcılar/dağcılar/alpinistler olarak gelişmiş bir arama kurtarma sistemi, daha kolay ulaşım, lojistik destek, modern ve sürdürülebilir dağ evleri ve gelişmiş rehberli tırmanış sistemi gibi sporumuzu ileriye taşıyacak gelişmeler istiyorsak, dağlarda bulunan insan sayısının artması ve sistematik bir dağ turizmi şart! Bugün Amerika’da, Avrupa’da, Himalayalar’da bu spor gelişmişse, talep yoğunluğunun getirdiği hizmetler sayesinde gelişmiştir. Bu sebeple doğa sporlarına talep artışının, dağcılık ve tırmanış için faydalı olduğu bir gerçek.

Madalyonun diğer tarafında doğaya çıkan ve sayıları on binleri bulan insanların nitelikleri ve kalabalık gruplar halinde doğada bulunmanın bazı kötü etkileri var.

Doğaya çıkan insanların azımsanamayacak bir kısmı doğada bulunma etiğinden yoksun. Kamp atılan her yerde ateş yakma hevesi (hatta eğer kamp alanında daha önceden ateş yakılmışsa, burada değil de başka yerde yakayım diyenleri bile var), doğaya çöplük gibi davranma, sigara izmaritlerinin yere atılması, yarım kalan yemeklerin ne de olsa hayvanlar yer diyerek bırakılması, tuvalet kâğıtları ve ıslak mendillerin öylece atılması. Bunlar, benim bir çırpıda aklıma gelen ve hepimizin de şahit olduğu basit örnekler. Ballıkayalar’da, Belgrad Ormanı’nda basit bir gözlemle örneklere rastlayabilirsiniz (İstanbul’da yaşayan biri olarak bu örnekleri verdim, farklı şehirlerde size en yakın doğa sporu bölgesinde de aynısı büyük oranda görülebilir). Doğada gerçekleşen her festival veya büyük kamp etkinliği sonrası manzaralar da büyük ölçüde verilen örnekleri doğruluyor.

Kalabalık gruplar halinde doğada bulunmak hakkında çok az çalışma yapılmasına rağmen, 2014 yılında yayınlanan 7 Zirve’de (Seven Summits) insan etkileri üzerine bir çalışma mevcut. Bu çalışmaya göre kalabalık gruplar halinde yapılan kamplar bitki örtüsünü ve faunayı olumsuz etkilemekte. İncelenen kamp alanlarında, çok sayıda insanın çevrede dolaşmasından kaynaklı ezilme yoluyla ve yine insan kaynaklı kirlilik nedeniyle bitki örtüsünün zarar gördüğü tespit edilmiş. Çevrede anormal insan varlığı ve bundan kaynaklı gürültü ve çöp kirliliği aynı şekilde hayvanların doğal yaşam alanlarını terk etmelerine yol açmış. Bu etkiyi ülkemizde her sene düzenlenen doğa sporları festivallerinde ve kamp alanlarının çevresinde görebiliriz.

Tırmanıcılar olarak hepimiz sorumluyuz! 

Bu yazı yazmaya Conrad Anker’in birkaç ay önce rockandice.com’da yayınlanan yazısını okumam ve Eren’e (Görenoğlu) bahsetmemle karar vermiştim. Aslında bir bakıma onun “Sen de bir şeyler yazsana.” demesiyle oldu. Conrad’ın yazısını da burada paylaşıp, okunmasına vesile olmak isterim.

Tırmanıcılar olarak boş zamanlarımızın büyük bir kısmını dağlarda veya kaya tırmanış bahçelerinde geçiriyoruz, hatta buralarda vakit geçirmek için boş zaman yaratıyoruz. Başta iklim değişikliğinin etkilerini en hızlı hissettirdiği kış koşullarında tırmanış yapanlar olmak üzere, tırmanış ve dağcılık yapan herkesin ikinci bölümde bahsettiğim çevre krizinin şahitleri olduğunu veya olacağını düşünüyorum.

Avrupa’da ve Amerika’da, tırmanıcıların çevre krizi ile mücadele ve bilinçlendirme için oluşturduğu hareketler bulunmakta. Bunlara birkaç popüler örnek olarak (tabii ki Amerikan medyasının da etkisiyle) birçok doğa sporcusunun aktif olduğu Protect Our Winters, Alex Honnold’un kurduğu Honnold Foundation ve Patagonia markasının yönlendirdiği Patagonia Action Works gösterilebilir. Ülkemizde ise tırmanış sektörünün Avrupa ve Amerika kadar gelişmemesinden ötürü, doğal felaketlere neden olan yapılaşmaları  (maden, baraj v.b.) sosyal medya üzerinden imza kampanyaları ile engellemeye çalışmak dışında, büyük çaplı bir hareket mevcut değil (yanılıyorsam lütfen düzeltin). Bu eksik tırmanıcılar veya dağcılar olarak sorumluluktan muaf olduğumuz anlamına gelmiyor.

Doğa sporlarının sürdürülebilirliği, doğa sporu tutkunlarının sorumluluğunda. Yani doğa sporu deneyimlerini yaşamayı sürdürebilmek ve gelecek nesillerin de bu deneyimi yaşamasını sağlamak için bu alandaki aktörler (doğa sporları tutkunlarının yanında bu sporların eğitimini veren oluşumlar, yapılmasını sağlayan tur şirketleri ve gerekli ekipmanların satıldığı kurumlar da dahil) olarak bir şeyler yapmamız gerekiyor.

Konfor alanımızda kalmak için çok geç. Değişimin ilk adımı bireysel bilinçlenmekten geçiyor. Çevre krizi hakkında bilgilenmek için çok basit bir Google araması ile ulaşabileceğiniz, yazılı veya görsel, birçok kaynak bulunuyor. Kamp alışkanlıklarından tutun günlük yaşantımızdaki basit alışkanlık değişiklikleri bile önemli. Doğaya çıktığımızda, genelde dağcılık eğitiminin ilk saatlerinde söylenen ve aslında çok basit bir temeli ifade eden prensibi aklımızda bulundurabiliriz: doğada sadece ayak izini bırakmak. Gündelik hayatımızda ulaşım şeklimizden beslenme alışkanlığımıza her hareketimizin karbon ayak izimizi oluşturduğunu unutmamalıyız. Kastettiğim herkesin vegan olup bisikletle işe gitmesi değil (yaparsak ne ala!) ancak gündelik küçük hareketlerimizin genele vurulduğunda doğrudan doğayı etkilediği bilincine sahip olabiliriz. Aynı zamanda sahip olduğumuz bu bilincin en azından beraber tırmandığımız ve doğaya çıktığımız insanlara da bulaşmasını sağlayabiliriz.

Çoğu dağcılık kulübünde veya dağcılık eğitimi veren oluşumlarda (sadece dağcılık değil tüm doğa sporları için geçerli) çevre etiğine ayrılmış özel bir eğitim ne yazık ki bulunmuyor. Topluluğa adım atan kişilerde çevresel farkındalığın oluşmasında veya gelişmesinde, eğitim veren oluşumların kilit bir rolü var. Bu farkındalık oluşturma rolü, tırmanış, doğa yürüyüşü ve kampçılık yapan ancak herhangi bir kulübe dahil olmayan on binlerce insan için, sporu kolayca yapmasını sağlayan tur/organizasyon şirketlerine ve ekipmana ulaşmasını sağlayan şirketlere kalıyor. Doğaya çıkmayı ulaşılabilir kılan tüm aktörler ve doğaya çıkan tüm insanlar, oyun alanları olarak kullandıkları veya ticari kazanç sağladığı doğanın korunmasında bir parça sorumluluğa sahip.

Bilinçlenmek, kendi etkimizin farkında olmak ve yakın çevremize bu bilinç ve farkındalığı yaymak güzel bir başlangıç. Bu küçük davranış şekli bile bir değişiklik yaratacaktır. Ancak bu temeli aşan problemler hayatımızdan çıkmıyor. Yalnızca son aylardaki gündemi düşünürsek bile durum içler acısı. Karakayalar’ın yakınındaki Kaymaz’da ikinci siyanür havuzunun yapılması, Ballıkayalar’dan geçecek yol, ,Kazdağları’ndaki maden ocakları, Olympos’un 1. Derece sit alanı statüsünün 3. dereceye değiştirilmesi, daha da geçmişe gittiğimizde başarıyla engellenen ancak gündeme oturan Geyikbayırı’nda maden ruhsatı, Dedegöl’de maden ruhsatı veya faaliyetlerine engel olunamayan Harmankaya taş ocakları. Dağcı/tırmanıcı kimliğimizin dışında doğaseverler olarak, eko turizm adı altında vahşi turizm rantına kurban gidecek onlarca yayla, göl kenarı vb. potansiyel trajedileri de unutmamak gerekiyor.

Büyük problemler karşısında tırmanış ve dağcılık toplulukları ve yakın çevremizle sınırlı kalan tepkilerimiz her zaman yeterli olmuyor. Elbette geçmişte başarıları olduğunu görsek de (Geyikbayırı ve yapılan festivalin kamuoyundaki etkisiyle Kuzukulağı örnekleri) change.org gibi sitelerde elde edebildiğimiz 8.000 - 20.000 imza, kamuoyu oluşturmakta yetersiz olduğumuzu gösteriyor. Yalnızca tırmanış ve dağcılık ile sınırlı kalmayıp, bu sporların yapıldığı yerlerin aynı zamanda yüzbinlerce kampçının, doğa yürüyüşçüsünün veya sadece orada olmaktan keyif alan milyonlarca insanın ortak oyun alanları olduğunu düşünürsek henüz doğaseverler arasında bir kamuoyu oluşturmakta sıkıntılar yaşıyoruz. Bu tepkilerin doğaseverleri aşıp, büyük çoğunlukta kamuoyu oluşturması ise mevcut durumda çok zor görünüyor.

Etik tartışmaların eksik olmadığı tırmanış ve dağcılık camiasında böyle konular hakkında yeterli ilginin olmaması beni şaşırtıyor. Her sene aralık ayında alevlenen 21 Aralık tırmanışının niteliği, bolt tartışmaları, ilk çıkış kavgaları kadar çevre krizi hakkında ortak tartışma ortamı olmuyor. Elbette birçoğumuzun bireysel tepkileri veya hassasiyetleri var ancak çevrede bıraktığımız negatif etkileri nasıl azaltırız veya telafi ederiz, bu konu hakkında nasıl bir kamuoyu oluştururuz gibi konular tartışılmıyor. Sorunları halı altına süpürmeyi tercih ediyoruz. Daha önce karşılaştığım bir örnek: Kaçkar Buzulu’nda bu mevsimde çok taş düşüyor (erken ve aşırı ısınma nedeniyle Alplerde olduğu gibi), hadi eğitimi BDK Kuzey çanağında yapalım, bu buzul gün geçtikçe çekiliyor o zaman da eğitimi Kocasarp’ın altındaki buzulda yaparız. Evet, alternatif bulmak zorunda olduğumuz doğru ancak bunun arka planına neden karşı çıkmıyoruz? Protect Our Winters mükemmel bir örnek değil (büyük ihtimalle Amerikan medya gücü sayesinde ismi en çok duyulmuş oluşum olduğu için bu örnekten devam ediyorum), elbette benim de eleştireceğim birçok yönü var. Ancak ülkemizde bu örnekten yola çıkan “bir çevre krizi için doğa sporları hareketi” neden olmasın? Hem etkimizi telafi etmek hem de kamuoyu oluşturmakta bunun olumsuz yanını göremiyorum. Bu hareketi asıl başlatması gereken kurumların ise gov.tr uzantısı ile elini her konuda taşın altına koyabileceğini düşünmüyorum.

Son bölümü özetlemek gerekirse, tırmanıcı ve dağcılar olarak eğer oyun alanlarımızın “sağlıklı” kalmasını ve değiştiremeyeceğimiz şeyler olsa da uzun vadede kötüye gidişatı yavaşlatmak istiyorsak dört aşamalı bir yol izlenebilir: bilinçlenmek, kendi ayak izimizin farkında olmak, yakın çevremizi (kulüp, müşteri, partner vb.) bilinçlendirmek, kamuoyu oluşturarak kötü etkimizi telafi edecek çözümler aramak.

Elbette bu benim çözüm önerim olmakla beraber, bazı ekolojistler antroposen dönemi göstererek doğaya %100 yabancılaşmanın (alienation) yani kendimizi tamamen doğadan soyutlamanın en etkili çözüm olduğunu savunuyor, bazı insanlar doğaya bireysel etkimizin o kadar küçük olduğunu iddia ediyorlar ki bireysel değişikliğin genel değişikliğe yol açmayacağı görüşündeler. Daha birçok farklı görüş ve öneri var ki bunların tartışılması bile Türkiye’de dağcılık, tırmanış ve diğer doğa sporları için olumlu bir gelişim olacaktır.

Giriş kısmının sonunda değindiğim gibi konuşulacak çok şey var. Benim hem yazıyı uzatmamak hem de haddim olmadan fazla bilgi vermemek için kısa tuttuğum “çevre krizinde mevcut durumumuz nedir?” konusuna birçok ekleme yaparak ve belki de farklı çözüm önerileri getirerek bir yazı yazılabilir. Aynı şekilde doğa sporlarında endüstriyelleşme çok farklı noktalara götürülebilecek bir konu. Bildiğim kadarıyla tırmanış camiası içinden Türkiye buzullarına ilgi duyan arkadaşlarımız var. Keza yurtdışında bu konu hakkında ne yapıldığı ve yabancı bazı kaynakların çevirisi farklı yazı konuları olabilir. Burada bir çırpıda aklıma gelmeyen onlarca tartışma konusu var. Bence iklim değişikliğinin etkilerini her sene artarak yaşarken bunları konuşmanın tam sırası!

Ege Kurt

İletişim:

egekkurt[et]gmail[nokta]com

 

*17 Haziran 2019 yılında Marco Bertorella tarafından çekilen fotoğraftaki tabela, Mer de Glace buzulunun 1990 yılındaki seviyesini işaret etmektedir. (https://www.rfi.fr/en/france/20190725-shrinking-glaciers-climate-change-french-alps)