Son günlerde tekrar gördük ki, pek çok seveni olan, bazılarımızın abisi, bazılarımızın kardeşi, ama herkesin arkadaşı; Erdem Tapul’u dağ kazasında kaybettik. Son 3-4 senede, hayatımı en çok etkileyen sayılı insanlardan birisiydi. Pek çok duygusal anı paylaşabilecek yeterli tarihçeye sahibim ama amacım ağıt yazmak, fazladan gözyaşı döktürmek değil. Arkasından ağlanmasını istemezdi.
“Kaza öncesi, sonrası neler/nasıl daha iyi yapılabilirdi?” tartışmaları olacaktır, olmalıdır da. Ders almayı beceremeyip, başkalarını suçlamayı tercih eden toplumuz. Umarım bu olay bir miktar akıllanmamızı sağlar da yapıcı çalışmalara yol açar. Ayrı bir yazı konusudur, girmeyeceğim.
“Yeni tutkular bulmayı deneyelim, veya eskilerini aynı yoğunlukla yaşayalım.” (Aristophones)
Salak bir trafik kazasında ya da amansız bir kanserin pençesinde ölmek yerine, sevdiğimiz kavramlar için ölmek... Aslında ölüm hakkında konuşmak istemiyorum, direkt yaşamak hakkında ahkam kesmek istiyorum. Emekliliğimizi beklemeden, bir şeyleri bahane ederek, ertelemeden, tutkularımızın peşinde ilerlemek!
Yeterince hırpalanıyoruz günlük koşuşturmada. Bu yazıyı okuyan pek çok kişinin ortak bir özelliği var; hepimiz sıkıntılı insanlarız, ama bunun farkındayız ve bununla yaşayabilmek için kendimizi dağa, denize, kayaya, taşa toprağa vuruyoruz. Bazen başarı kaygısı olmadan, zirveye ulaşmayı amaç kabul etmeden. Yalnızca andan keyif almaya çalışarak, carpe diem duvarlarına çarparak. Tüm hafta okulda, işte günlük streslerimizle boğuşurken hafta sonlarını, 15 günlük yıllık izinlerimizi iple çekiyoruz, var olduğumuza dair izler arıyoruz. Yaptığımız faaliyetleri uykuya dalmadan önce “mutlu alan” yaratırken düşlüyoruz. 1-2 sene önce yaptığımız çıkışı arkadaşlarımızla konuşurken aynı heyecanı tekrar yaşayabiliyor ve hemen bir sonraki yolculuğun planlarını yapmaya girişebiliyoruz. Dedim ya, sıkıntılı insanlarız, ama şehir ışıklarından uzakta yıldızların daha güzel gözüktüğünü de biliyoruz, bu zehri almıştık bir kere. Yasaklamalar, engellemeler, zorluklar bizim için bahane olmuyordu.
“-Erdemciğim, bir miktar birikmişim var, Umre’ye gidelim diyorum?”
Dağcılık, tırmanış, dalış… meşhur tanımıyla “extreme” sporlarla uğraşanların öncelikle dikkat etmesi gereken nokta risk yönetimidir. Erdem de yaptığı işlerin riskini iyi bilirdi ve hatta risk almayı sevmezdi. Bu yüzden çok sevdiği uzun duvar tırmanışlarına ara vermiş ve motorsikletlerle arasına mesafe koymuştu.
Bu olaydan sonra pek çoğumuz dağlara/tırmanışa küseceğiz, aramıza soğukluk girecek. Aslında tam bu noktada daha ihtirasla saldırmalıyız, riskleri göz ardı etmeyerek. Ölmek için değil, yaşamak için yapmalıyız bunları, hayatımıza anlam katmak için tutkularımızın peşinden gitmeliyiz. Son hamleyi yapamayacağımızı düşünerek bırakmamalıyız rotayı, kaslarımız cayır cayır yanarken son kurtuluşumuz gibi saldıracağız o tutamağa. Yoksa mental olarak yenilmemize Erdem küfrederdi.
Zorluk derecesinin, alınan keyifle doğru orantılı olmadığını bilmeliyiz. Ağaçlar arasında eller cepte yapılan basit bir doğa yürüyüşünün, X derece tırmanmak kadar değerli olduğunu pek çoğumuz ıskalıyor. Kaynaklar’da kuru rota bulamadığımızda, saatlerce ses çıkarmadan, konuşma ihtiyacı duymadan yağmurun sesini dinlerdik; önemli olan doğada olmaktı, mümkünse bir parçası olabilmekti.
“-Özgürcüğüm, bu sene Karakayalar’a gitmeyelim, o akasyaların kuruduğunu görürsem dayanamam.”
Bütün hafta boyunca yapılan antremanların sonucunu almak için kayaya/dağa gitmek istediğinizde belki yağmur yağıyordur. 3 gündür son kamp noktasına ulaştıktan sonra, ertesi sabah hava bozabilir ve zirveye çıkışa izin vermeyebilir. Hepsinin dışında dün gece yediğiniz midenize dokunabilir, bacağınıza kramp girmiş olabilir. Bu tür aksaklıklardır bizi güçlendiren, deneyimimizi arttıran. Bunlardan yıldığımız zaman geriye gideriz. Zorluklar karşısında mantıklı hareket etmeye başladığımızda olgunlaşırız, işe yaramaya başlarız.
Erdem’in bulunduğu yerde huzurlu olduğunu biliyorum, sebebi aramızda şu konuşmanın olmasıydı;
“-Hacım, ölürsem beni yakın. Küllerimi de sevdiğim yerlere serpin: biraz dağlara, biraz denize serpin, bir tutamını güzel bir kebabın üstüne baharat olarak, bir parça da güzel bir kadının dudaklarına sürün, biraz da biranın içine bırakın”
Evet, Erdem’i kaybettik, 3 gündür karların arasından çıkıp bize nanik yapmasını, o şakalarından birisini yapmasını umuyorduk. Hayattaki tek mucize hakkımızı burada kullanmak istedik, olmadı. Ama gidişine dair kişisel hesaplaşmamızı yapıp tutkularımızın peşinde ilerlemeye devam etmeliyiz. Doğa hesaplaşmayı kabul etmez
Özgür Doğan
İletişim : Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.";>Ozgur.Dogan [at] delphi.com