Brenta_Banner.jpg

 

BÖLÜM 4

 Melendiz Dağı :

Günlüğümden (23 Mayıs 2018, Çarşamba): 

Saat 15.00’de Altunhisar’dan ayrılıyor ve bozuk asfaltı takiben önce Yeşilyurt köyü, Köşk mahallesine doğru yükseliyor, burada düzlüğe ulaştıktan sonra da yolun ilerisinde, Karanlık Dere’nin hemen ağzında, dağın yamacına yaslanmış olan Asbuzu köyünü görüyorum. Uzaktan bile Asbuzu bir köyden çok bir sayfiye beldesini andırıyor. Yapıların hemen hepsi duvarlarla çevrili modern, villa tipi evler. Ancak bunlar daha ziyade taşra zevkini yansıtıyor (maddi varlığın kültürle pekişmediği ülkemizde maalesef sık rastlanan bir durum). İki saat sonra Asbuzu’ya girdiğimde garip bir duyguya kapılıyorum. Köy terkedilmiş bir izlenim veriyor. Köyün girişinde, bir inşaatta çalışan işçiler çay içmeye davet ediyorlar. Işçilerden, Asbuzu köyünün sakinlerinin önemli bir kısmının büyük şehirlerde gurbette yaşayan varlıklı aileler olduklarını, fakat yaz aylarında buraya gelerek yazı burada geçirdiklerini, bu yüzden buraya “Küçük Niğde” de denildiğini, birkaç hafta sonra, okulların tatile girmesiyle burasının hareketleneceğini öğreniyorum. Bahçe içindeki evlerin modern görünümüne rağmen, köyün merkezine vardığımda, burada ülkemizin tipik köy altyapısıyla karşılaşıyorum. Köy merkezindeki binalar çarpık çurpuk, hiç bir imar planı gözetilmeksizin birbirine yaslanmış, çoğunun dış boyaları dökülüyor. Sokaklar pislik ve inşaat malzemesi artıklarıyla dolu. Anlaşılan varlıklı aileler kendi dört duvarlarının içerisine gayret ve para harcarken, yaşadıkları çevre pek umurlarında değil. Maalesef bu da taşra insanımızın olağan yapısı ülkemizde. 

Köyün girişinde rastladığım bir köylü, çadırımı evlerden herhangi birinin bahçesine kurabileceğimi belirtiyor. Marketten yiyecek birşeyler alıyor, merkezdeki tek köy kahvesinin önündeki masalardan birinde oturup akşam yemeğimi yiyip kahvenin açılmasını bekliyorum. Saat 21.00’e kadar gelen giden olmayınca kalkıp çadırım için bir yer arıyorum. Kahvenin yakınında gördüğüm ve bahçesinde uygun düz zemini bulunan bir evin etrafında dolanıyor, boş olup olmadığını kontrol ettikten sonra çadırımı buraya kuruyorum. Yavaş yavaş etraftaki evlerin pencerelerinde tek tük ışıklar yanmaya başlıyor. Çadırıma girdikten sonra içimi bir kuşku kaplıyor. Ya benim kafa lambamın ışığını görüp hırsız olduğumu zanneden birisi ateş etmeye kalkarsa diye düşünüyorum. Tam o sırada köyün içerisinden bir yerlerden birisi bir şarjörü havaya boşaltıyor. Kafa lambamı derhal söndürüp, sessizce çadırımın içerisine siniyorum. Fakat haliyle çok gerginim. Kısa bir süre sonra boş olduğunu düşündüğüm evin içerisinde de ışık yanıyor ve bahçeyi, çadırımı gündüz gibi aydınlatıyor. Tedirginliğim iyice artıyor. Çadırımı toplayıp bir başka yere taşımakla kalmak arasında gidip geliyorum. Sonra, çadırımı toplamamın daha çok dikkat çekebileceği ve tehlikeyi arttırabileceği düşüncesiyle kalmaya karar veriyorum. İlk başta bir müddet uyuyamıyorum. Nihayet, bir aşamada uykuya dalıyor ve çok derin uyuyorum.

Günlüğümden (24 Mayıs 2018, Perşembe):

Saat 07.00 gibi güneşin çadırıma vurmasıyla çadırın içerisi tahammül edilmez oluyor ve kendimi dışarıya zor atıyor, hemen çadırımı ve çantamı toparlayıp köy kahvesinin bulunduğu meydana dönüyorum. Ramazan ayında, sabahın erken saatlerinde olduğu üzere derin bir sessizlik hakim. Marketten kahvaltılık birşeyler alıp, kahvaltımı yapıp, mataralarımı doldurduktan sonra saat 09.00 civarında yola çıkıyorum. Köyün içerisinden bir yol Karanlık Dere’nin ağzına doğru yükseliyor. Köyde yol tarifi alabileceğim kimseye rastlamıyorum. Köyü geride bırakıp Karanlık Dere’ye girdikten sonra toprak yol ikiye ayrılıyor. Bir ayağı derenin orografik sol yakasından doğuya yamaca doğru yükseliyor, diğeri ise dere yatağının tabanından kuzeye doğru ilerliyor. Dere yatağının tabanındaki yolu seçiyorum. İki saat Karanlık Dere’nin içerisinden yol aldıktan sonra, giderek bozulan stabilize yol bir menfezde son buluyor ve ben yanlış geldiğimi anlıyorum. Kendi kendime bu saatten sonra yapılacak bir şey olmadığını, bundan sonrasını doğaçlama gitmem gerekeceğini söylüyorum. 

Melendiz Dağı'nın zirve yükseltilerinin doğuda kaldığını bildiğimden, menfezin hemen üzerinden doğuya doğru yükselmeye başlıyorum. Sırta ulaştığımda, bu yamacın arkasında Karanlık Dere’ye paralel kuzey-güney istikametinde uzanan ikinci bir dere yatağı olduğunu görüyorum. Ve muhtemelen bunun doğusunda bir, hatta iki dere yatağı daha var. Arazinin genel yapısı buna işaret ediyor. Karacadağ'da olduğu üzere, Melendiz Dağı'nın da genel yapısını bir Kırkayağa benzetmek mümkün. Ana iskelet kuzeydoğu-güneybatı ekseninde uzanırken, bu iskeletin üzerinden, bir Kırkayağın bacakları gibi, sayısız tali sırtt hattı birbirine paralel şekilde kuzeye ve güneye doğru alçalıyor.

Doğu istikametinde ilerlemek için vadilerin tabanlarına inmeye kalkmam halinde çok vakit kaybedeceğime karar veriyor ve kuzeydoğu istikametinde uzanan dağın ana sırtına ulaşıp buradan devam etmeyi kararlaştırıyorum. Kısa bir yan geçişten sonra, yaklaşık 2100 metre civarında karşıma bir yılkı atı patikası çıkıyor. Patika hafif inişli çıkışlı kuzeydoğu istikametinde, üzerinde bulunduğum sırtın güney yamaçlarından, yükseklerden devam ediyor. Güney istikametinde altımda açılan vadilerin içlerinde taştan yayla evleri ve ağıllar görüyorum, ancak buralarda hiç insan emaresi yok. Herhalde mevsim henüz erken diye düşünüyorum. Üç paralel sırt hattı ve vadiyi geride bıraktıktan sonra, dördüncüye yaklaşırken, nihayet giderek şiddetlenen rüzgar fırtınaya dönüşüyor, etrafımda bir kez daha şimşekler çakmaya, gök gürlemeye ve dolu yağmaya başlıyor. Goretex yağmurluğum bu kadar şiddetli bir taarruz altında yine pes ediyor ve iç çamaşırlarıma kadar ıslanıyorum. Şimşeklerin patlaması arasında, korku içerisinde ve soğuktan titreyerek yol alıyorum.

Dördüncü vadinin üzerindeki yamaca geldiğimde, güneyde vadinin ağzında bir köy gördüğüm gibi, vadinin tabanında bir de ağıl, 25’e yakın büyük baş hayvan ve iki çoban gözlemliyorum. Yaylaya doğru vadi tabanına alçalmaya başlarken fırtına geldiği gibi ansızın kayboluyor, güneş çıkıyor. 1900 metre irtifada yer alan yaylaya ulaştığımda, bu derenin isminin Dirisin, yaylanın isminin Kavaklı ve vadinin ağzındaki köyün Fesleğen köyü olduğunu öğreniyorum. Yaylanın konumu çok güzel ve çeşmesinden lezzetli bir su akıyor. Burada çadırımı kuruyorum. Çobanlık yapan iki kardeşle sohbetimiz saat 23.00’e kadar devam ediyor. Saat 21.00 sularında rüzgar tekrar şiddetleniyor. Sık sık çadırımı kontrol ediyorum. Yattıktan sonra geceyarısına doğru rüzgar tamamen kesiliyor. Barometrem hava basıncının son altı saattir düştüğünü gösteriyor. Bunun yarınki zirve denemem için hayra alamet olmadığını düşünüyorum. Buna rağmen rahat ve derin bir uyku uyuyorum.

Günlüğümden (25 Mayıs 2018, Cuma): 

Sabah erkenden uyanıyorum ve kendime gelme süreci içerisinde Fleece ceketimin üzerinde iki kene buluyorum. Acilen soyunuyor ve vücudumu kontrol ediyorum. Tam karnımın üzerinde tenime yapışmış ve kanımı emmeye başlamış bir kene buluyor, bunu cımbızımla başı içeride kalmayacak şekilde çekip çıkarıyorum. Isırdığı nokta kanamaya başlıyor. Bu da hayvanın zehirini bir miktar kanıma zerketmeye başlamış olduğu anlamına geliyor. Hemen antiseptik pomadımı sürüp yara bandıyla kapatıyorum. Bu coğrafyada, Çorum taraflarında görüldüğü üzere öldürücü bir  “zehirli kene” vakası hiç duymadığımdan fazlaca endişe etmiyorum. Fakat seneler önce Avusturya’da beni bacağımdan ısıran bir kenenin, ısırdığı bölgede kırmızı halkalar halinde enfeksiyona sebebiyet verdiğini ve antibiyotik almam gerektiğini iyi hatırlıyorum.

Toparlandıktan sonra çobanların barınağına kahvaltıya gidiyor ve keneyi soruyorum. Melendiz Dağı'ndaki yaylalarda çok miktarda kene bulunduğunu, öldürücü bir vaka olmadığını, alerjik reaksiyonların görülebileceği gibi, özellikle baş dönmesi gibi uzun vadeli arazların da ortaya çıkabildiğini öğreniyorum. Önümüzdeki günlerde vücudumun sesini daha bir yakından dinlemem gerektiğine karar veriyorum.

Konu konuyu açıyor ve Kavaklı yaylasından ayrılmam saat 10.00’u buluyor. Çok geciktiğimin ve günün ilerleyen saatlerinde bundan pişmanlık duyacağımın farkındayım. Fakat nezaket kuralları bazen bu tür gecikmeleri gerekli kılıyor. Çobanlardan aldığım tarifle Dirisin deresini kuzeyden kapatan sırta bir saatte çıkıyorum ve ilk defa Melendiz Dağı'nıin zirvesini görüyorum. Hiç de heybetli bir zirve değil bu. Kuzeydoğu-güneybatı ekseninde uzanan çok uzun bir sırt hattının üzerinde ufak bir çıkıntı. Ancak zirve zirvedir ve madem bu amaçla yola çıktım, hedefim o ufak çıkıntı olmak durumunda. Önümde oraya doğru uzanan çok uzun bir sırt var. Bu sırt, zirvenin dik güneybatı mahmuzuna bağlanıyor. Çobanların, yerlilerin bu mahmuza “dik bayır” dediklerini anlattıklarını anımsıyorum. Zirve mahmuzu ile aramda 3 paralel vadi daha var. Sırt traversine başlıyorum. Arazi hiç de kolay değil. Yolumu yer yer kaya kuleler kesiyor ve bunların arasından yolumu bulmam zamana mal oluyor. Sırt traversi 1.5 saatimi alıyor ve yoruyor.

Tahmin ettiğim üzere bulutlar bugün daha erken kümelenmeye, rüzgarın şiddeti endişelendirmeye başlıyor. Mahmuzun altındaki bele vardığımda, “dik bayır”ın gerçekten ne kadar dik olduğunu görüyorum. Ortalık iyice kararıyor ve yağmur hafif atıştırmaya yüz tutuyor. Tırmanmaya başlamak ile başlamamak arasında gidip geliyorum. Zirve sırtında elektrik yüklü fırtınaya yakalanmak istemiyorum. Bugün ayrıca nedense kendimi çok bitkin hissediyorum. Bunun kene ısırmasıyla alakası olup olmadığını düşünmeden edemiyorum. Tüm kuşkularıma rağmen tırmanmaya karar veriyorum. Önümde geniş bir kaya bandı var. Buraya kadar tırmanmam bir saatimi alıyor, fakat giderek şiddetlenen soğuk güneybatı rüzgarı dengemi bozmaya başlıyor. Kaya bandının altında bir kovuğa sığınıyor ve beklemeye başlıyorum. Kovuk rüzgara açık olduğundan donuyorum. Çenem atıyor. Burada, bu koşullar altında daha fazla bekleyemeyeceğim açık. Ne yapacağıma karar vermek zorundayım. Diğer yandan böylesine dik bir arazide çadırımı kuramayacağım da bariz. 

Bir saat bekledikten sonra sabrım mükafatlandırılıyor ve rüzgarın şiddeti azalmaya, ortalık biraz aydınlanmaya başlıyor. Hatta güneyde, hızla kayan bulutların arasından mavi gökyüzü dahi görebiliyorum. Derhal yeniden tırmanmaya başlıyorum. Zirve sırtına ulaşmam iki saatimi alıyor. Yorgunluğum had safhada ve çok zor ilerliyorum. Sırta vardığımda, burada insan boyunda bir baba buluyor ve zirveyi kuzeyde görüyorum. Saat 16.00 civarında zirveye varıyorum. Bu bana moral ve güç veriyor. 

Doğuya bakıyor ve rahat bir nefes alıyorum. Buradan Gebere barajına iniş zor görünmüyor. Nitekim kısa bir müddet alçaldıktan sonra barajı uzakta altımda görüyorum. Hedef göründükten sonra rota tayini de daha kolay oluyor. Zirvenin kuzeydoğu yamaçlarında hala kar var ve bu eriyen kar, küçük dereler ve çavlanlar halinde kayalardan aşağıya akıyor. Haftalardır susuz bir coğrafyada yol alıp tırmandıktan sonra akan suyun sesi öylesine hoş ki, inişimi bir su yatağının yanından, suyun sesini dinleye dinleye sürdürüyor, fasılalarla kana kana su içiyorum. Yaklaşık iki saat sonra, Gebere barajının hemen üzerindeki yükseltiye ulaştığımda, biraz kuzeyimde, bir kayalığın üzerinde beni izleyen birini görüyorum. Altındaki çayırda da bir araç duruyor. Herhalde bir avcı diye düşünüyorum. Artık yakınına, barajin düzlüğüne indiğimde adamın bana doğru hızlı adımlarla ilerlediğini görüyorum ve sonradan yanında koşan bir köpek. “Ben bu köpeği bir yerden tanıyorum” demeye kalmadan jetonum düşüyor ve bunun “Malinki”, bana doğru yaklaşan adamın da dostum Cemal Gülas olduğunu anlıyorum. Cemal’le kucaklaşıyoruz. Hayretler içerisindeyim. Yolculuğum boyunca Cemal ile ara ara yazışmıştık ve kendisine nerede olduğum hakkında bilgi vermiştim. Bununla birlikte, bu yolculuğum sırasında koşullara göre bir çok kez planlarımı değiştirmek durumunda kalmıştım. Bugün Gebere barajına  varacağımın hiç bir garantisi yoktu. Cemal’in beni burada doğanın ortasında nasıl bulduğuna şaşmamam elde değil. Hatta Gebere barajının tam üstüne inmeyip, biraz güneyinde kalan dere yatağından alçalmış olsaydım beni görmesine imkan olmayacaktı. Nitekim buradaki dere yatağından inmeyişimin yegane sebebi, burada gördüğüm sürü ve iki azman çoban köpeğiydi.

Cemal beni “Küheylan” adlı (Evliya Çelebi’nin atının ismi bu gezgin dostumun aracına pek yakışıyor) karavan aracına davet ediyor. Bu lüksü reddetmem olanaksız. Içim kıpır kıpır sevinçten. Haftalar sonra bir dostla buluşup sohbet etmek hem harika, hem moral veriyor.  Aracın önünde portatif kamping koltuklarında oturup Cemal’in ikram ettiği sulu kirazları utanmadan birbiri ardına leblebi gibi atıştırıyorum. Tabiatıyla konu konuyu açıyor ve Cemal’le birlikte harika bir akşam geçiriyorum. Kendisi de bir gezgin ve “yolculuk adamı” olan Cemal’in, yaptığım bu tırmanışlar serisini anladığını ve bunları kendisinin de yapmış olmak isteyebileceğini, ancak tırmandığım dağların arasındaki yolu yürümeme anlam vermediğini ve bunu yapmak istemeyeceğini belirtmesi ilgimi çekiyor. Oysa benim için, tırmandığım dağlarla birlikte, bunların arasında yürüdüğüm yol  (bunun bir kısmı sıkıcı da olsa), buradaki deneyimler ve sırf haritaya baktığımda, Karaman’dan Kayseri’ye katettiğim mesafe büyük bir haz veriyor. 

Yolculuğum sırasında, böylesi dost ziyaretleri pek keyifli de olsa, diğer yandan itiraf etmeliyim ki bunlar beni olumsuz anlamda rahatlatıyor ve bir anlamda gerginliğimi ve hazırlıklığımı azaltıyor. Oysa insanın tek başına olduğu böyle bir yolculukta fazla rahatlama lüksü yok. Yanlızlığın ve tehlikenin getirdiği adrenalin salgısı insanı keskin, hazırlıklı ve teyakkuzda tutmak icin çok önemli. Bir kere insan gevşedikten sonra o adrenalini yeniden salgılaması ve hazırlıklılığı yeniden yakalaması kolay olmuyor. Fakat bu akşam ne yalan söyleyeyim Küheylan’in lüksü içerisinde, çadırımı kurmadan enfes bir uyku çekiyorum.   

Günlüğümden (29 Mayıs 2018, Salı): 

Bu sabah uyandığımda dünkü asfalt üzerinden yaptığım 9.5 saatlik yürüyüşün beni çok hırpaladığını hissediyorum. Yanımdan bütün gün geçen arabaların, kamyonların gürültüsünden kafam hala davul gibi. Dün gece dizlerim çok ağrıdı. Asfalt yürüyüşleri ayaklarımı ve dizlerimi çok zorluyor. Çocukların gece geç saatlere kadar çadırıma taş atmaları da rahatsız ve uykusuz bir gecenin tuzu biberi oldu. Araplı köyünden ayrılmam saat 09.00’u buluyor. Köyün muhtarı, Yeşilhisar’a kuzeyden bir kestirme yol olduğunu söylüyor. Tarife uygun olarak, köyün kuzeyindeki kayalıkların arasından geçen toprak yol beni bir müddet bu doğrultuda götürdükten sonra, doğuya doğru kıvrılıyor ve tarlaların arasında bitiyor. Muhtar bundan bahsetmiş, Niğde-Kayseri karayolunu görene kadar tarlaların içerisinden doğu istikametinde devam etmemi söylemişti. Yeşilhisar’in kuzeydoğu istikametinde kaldığını bildiğimden, nasıl olsa tarlaların içerisinden ve araziden gideceksem, daha da kestirme gideyim diye düşünüp kuzeydoğuya yöneliyorum.

Kisa bir müddet sonra çok tatsız, sertleşmis volkanik küllerden oluşan 100-150 metrelik dik ve kaygan yamaçların V şeklinde derin, adeta kanyonumsu dere yataklarına, su yolaklarına kavuştugu bir labirentin içerisinde buluyorum kendimi. Karayolunu ileride görmesine görüyorum, fakat ilk başta kolay görünmekle beraber ardı ardına aldatan tepeler artık beni giderek daha sıklıkla çıkışı ve inişi olmayan, veyahut cok zor, tehlikeli ve zahmetli olan yamaçların üst ucuna getiriyor. Hava giderek tehdit edici bir şekilde kararıyor. Dere yataklarından birinin tabanına inebilsem bile, buradan devam etmeye cesaret edemiyorum. Öncelikle dere yatağını takip ettiğimde bunun beni yola kadar herhangi bir engel olmaksızın indireceğine güvenemiyorum. Karşıma 10 metrelik dik bir baca çıksa bile beni engeller, zira yanımda ip olmadığı gibi, buranın yapısı çok çürük bir kumtaşını veya konglomerayı andırıyor. Tırmanmaya veya inmeye çalışırken düşmem halinde ıssız bu labirentin içerisinde kimsenin beni bulması mümkün olmaz. Ayrıca, bu labirentin yoğun sel sonucu oluştuğuna kuşkum yok. Belli ki bu oluşumun yukarısında yer alan tepelere yağan yagmur buraya ani su baskını şeklinde iniyor. Şu anda da tepelere yoğun yağmur yağıyor. Dere yataklarından birinin tabanında ani bir su baskınına kapılmam halinde bir sıçan gibi boğulurum. 

Birçok kez devamı olmayan yamaçların üst kenarına geliyor ve adımlarımı gerisin geriye takip etmek durumunda kalıyorum. Her seferinde çok derin ve tehlikeli görünmeyen bir dere yatağının içerisine alçalarak bir kuzeydeki paralel yamaca geçip buradan karayoluna doğru irtifa kaybetmeye çalışıyorum. İngilizce’de “kötü kararlar iyi hikayeler doğurur” derler. Doğru da, önce bu hikayeleri anlatabilmek için hayatta kalmayı becerebilmek lazım! Daha kestirme giderim diyerek yaptığım cinlik şimdi beni belki de şu ana kadarki yolculuğumun en tehlikeli durumuyla karşı karşıya bırakıyor. Böylesi beklenmedik ve dolayısıyla insanın psikolojik olarak hazırlıklı olmadığı tehlikeler hem çok asap bozucu, hem de insanı yanlış kararlar vermeye sevkedebilecek niteliktedir. Bu yüzden kendime sık sık sakin olmayı, acele etmemeyi, riskli herhangi bir karar almamayı telkin ediyorum. Neredeyse iki saatlik yıpratıcı ve yorucu bir inişten sonra karayoluna kavuşuyorum. Bu noktada Yeşilhisar’a 10 km kaldığını görüyor ve iki saat sonra Yeşilhisar’ın merkezine varıp, buradaki yegane ilkel otele yerleşiyorum.       

5. Bölüm ile devam edecektir...