Haldun Aydıngün, geçtiğimiz haftalarda İtalya - Dolomitlerde bir dağ rehberi eşliğinde gerçekleştirdiği teknik tırmanışların hikayesini bizler için kaleme aldı. Aydıngün yazıda ayrıca bu deneyiminden yola çıkarak rehberli tırmanışla ilgili duygu ve düşüncelerini bizlerle paylaşıyor.
Dağcılığa başladığım ilk yıllarda günümüz Türk dağcılarına oranla çok fazla kitap okumuştum, daha doğrusu, üniversite kütüphanesinin 796.512 kodlu bölümündeki bütün bir rafı ve 70’li yıllarda İstanbul’un bir avuç yabancı yayın satan kitapçılarına gelen bütün kitapları. Bunların arasında, Alplerdeki dağ rehberlerinden söz eden pek çok yayın vardı. Özellikle Frison Roche adlı bir yazarın romanlarına çok sarmıştım. Konularını Mont-Blanc’ın dibinde yer alan Chamonix kasabasında yaşanan dağ olaylarından alıyor, ana kahramanları da her zaman dağ rehberli oluyordu. Olaylar 1930’larda geçiyordu. Son romana doğru İkinci Dünya savaşının ayak seslerini aşırı cesur Nazi dağcıların gelişi ile hissetmek mümkündü.
Bu romanların etkisi ile Alplerin dağ rehberleri bende hep özel bir yere sahip olmuştu. Sonraları kendime, 1930’ların romantik dağcılık döneminin bittiğini, günümüzün aşırı enformatik dünyasında bu adamlara sadece göbekli turistlerin işleri düşeceğini, gerçek dağcıların dağları rehbersiz keşfetmesi gerektiğini söyledim (ve de inandım). Ama gene de 1997’de Sorgun Akkor ile Matherhorn’a çıkmayı düşündüğümüzde Sorgun’un bir yıl önce Alplerde tırmandığı rehberi arayıp anlaştık, ardından da Chamonix’e gidip kendi başımıza Mont Blanc’ı denedik. Amacımız, oradan Matherhorn’a geçmekti. Ancak rehber dağdaki kar koşullarının ve hava durumunun uygun olmadığını belirtip projemizi iptal etmişti.
Gene ilk dönem kitaplarımda öne çıkan bir başka nokta da dağcıların duvarları tırmanması gerektiğiydi. İnsanlar, herkese açık olan vadilerin düzlüğünden, yavaş yavaş, sadece çok az kişinin sahası olabilen göğe doğru yükseliyorlardı. 20 yaşında bir genç olarak bu satırları okurken bir gün benim de aynı şekilde “kanatlanacağıma” inancım tamdı.
Yıllar yılları kovaladı ama yükselme durumu bir türlü gerçekleşmedi. Birkaç kere, yurdumuzun yetiştirdiği en iyi dağcıların peşinden duvarlara girdim ve daha ilk metrede emniyetime bağlı ipi çözüp çıktım. Kendime güvenmemiştim, dağa güvenmemiştim, belli ki peşinden tırmanacağım partnere de güvenememiştim. 1994 senesinde benzer bir durum İngiltere’de de başıma geldi. Bir sürü İngiliz dağcı basit ama uzun bir duvarın üzerinde kaybolup giderken ben aşağıda homurdayarak kalakalmıştım. Sadece, sevgili Tunç Fındık ile 1999’da Lahit Kaya kuzeyini ve İstanbul Tepe Kuzey Batı yüzlerini tırmanabildim. Açıkçası, kaya duvarlarının verdiği yükseklik hissinin bana göre olmadığı konusunda inancım tamamlanmaya başlamıştı.
Ta ki 2007 yazında Cihan Çetinel ile Fransa’da bir Via Ferrata’ya girene kadar. Bir kez çelik telin güveni içime dolunca altımdaki boşluğun 5 metre ya da 500 metre olmasının bir şey fark etmediğini anladım. Ardından gelen iki seneyi de İtalya Dolomitlerinde gittikçe daha zorlaşan rotalarda geçirdik. İnanılır gibi değildi, dimdik uçurumların üzerinde adeta dans ediyorduk ve bundan müthiş zevk alıyordum.
2011 senesinde de Dolomitlere hazırlanırken gezinirken gideceğimiz Cortina’dan bir rehberin web sayfasına gözüm takıldı. Adam 1960 doğumluydu, yani, aynı yaşlardaydık. Bunu iyi bir puan olarak kaydettim. Cortina çevresindeki kayaların sağlamlığına güvenim yerindeydi. Çünkü on binlerce kişi tırmandıktan sonra düşecek bütün taşların düşmüş olacaklarına inanıyordum. Ayrıca, neden olmasındı?
Enrico Maioni ile telefon ve mailler ile 4 Temmuz günü için anlaştık. 2 Temmuz akşamı da Cortina’nın meydanında buluştuk. Orta boylu, son derece formda ama iddialı bir kaya aslanına hiç benzemeyen, mütevazı biriydi. Hemen kanım kaynamıştı.
Web sayfasından daha önce seçtiğim rotanın şu anda çok soğuk olduğunu, ayrıca beni tanımadığını (Kısacası o rotaya benle girmeye şu anda cesaret edemeyeceğini) söyledi. Sevinerek kabul ettim. Eski romanlarda da aynı böyle olurdu, rehber müşterisini önce kolay bir rotada dener, karşılıklı güven oluştukça ve de rehber müşterinin donanımından emin oldukça daha zorlarına götürürdü.
“Seni Cinque Torri (Beş Kuleler)’e götüreceğim” dedi ve eliyle ufukta bir yerleri gösterdi. “Hı!” deyip gösterdiği yöne bakar gibi yaptım. 4 Temmuz sabahı, anlaştığımız gibi, Enrico saat 08:30’da gelip beni Olympia Camping’in kapısından aldı. Yolda değişik konulardan sohbet ettik. Sonunda bir dağ yolundan Refugio Cinque Torri’ye (Bölgenin dağ evine) varıp aracımızı park ettik. Ardından 15 dakika yürüyüp büyük bir kale harabesini andıran alana geldik. “İlk burayı çıkacağız” dedi ve üzerinde iki kişinin tırmanmakta olduğu bir kuleyi gösterdi. Sağlam tutamakları olan, pozitif eğimli güzel bir rotaydı. Emniyetini aldım, hemen yükselmeye başladı. İlk boltu pas geçti. İkincisine geldi, onu da pas geçti. Açıkçası bu davranış biçimini bekliyordum. Adam, milyon kere tırmandığı bu basit kayada, 40 metre böyle koşup, sonra “hadi geeel!” diye bağıracaktı. Bu da benim keyfimi kaçıracaktı. Ama sanki düşüncelerimi duymuş gibi durdu ve bir adım geri inip bolta klip yaptı. Ardından biraz daha yükselip ilk istasyonu kurdu. Sevinerek peşine düştüm. Yanına geldiğimde kazık bağı ile beni kayadaki demir halkaya bağladı. Açıkçası, arkamda boşluk, önümde tek bir düğüm, pek içim rahat etmemişti. Abinin raconuna da helal getirmeden, ipin devamına bir sekizli atıp kendi karabinim ile aynı halkaya bağlandım. Enrico sevimli bir şekilde “nasıl rahatına geliyorsa öyle yap” dedi. Ardından da “duvarda ne kadar az detay olursa, o kadar iyidir” diye konuyu kapattı.
Kayanın zor olması gereken yukarı bölümleri de teknik olarak gücümün oldukça altındaydı ve ciddi ciddi keyif almaya başlamışken tırmanış bir platformda sonlandı. Platformun diğer tarafındaki başka halkaya girip yere kadar ip inişi yaptık. Böylelikle (Torre Quarta Bassa’da, 80 metrelik ve III+’lık ilk tırmanışımı yapmıştım.).
Hemen sirkin karşısındaki daha zor olduğunu söylediği Torre Lusy’ye geçtik. (120 m, IV derece). Zorluğu biraz daha fazla olunca keyfi de ona göre artmıştı. Ayrıca yerden daha da yükselmeye başlamıştık. Tek sorun, tırmanışın keyfini aynı anda, hemen hemen aynı noktalarda, başkaları ile paylaşmaktı. Üçüncü istasyonda Enrico’nun emniyetini alırken yakışıklı ve genç bir rehber çat! diye yanımda belirdi. Bir perlon atıp benim girdiğim halkadan emniyet almaya başladı. Aşağı bakıp bağrış, çağrış birine İtalyanca talimatlar vermeye başladı. Hayalimde, aşağıdan çok güzel bir bayan tırmanıcının gelmekte olduğunu düşündüm. Sonra birbirlerine aşık olacaklardı vs.. Aynı okuduğum eski romanlardaki gibi. Bir yandan genç rehbere kızıyor, bir yandan da setin ardında kaybolan Enrico’ya laf anlatmaya çalıyordum. Pat! diye bir rehber daha geldi. Küçücük sette Spagetti Carbonera haline gelmiş olan ikimize baktı (Not: carboneranın sosu domuz eti ile yapılır. Bu durumda domuz olarak genç İtalyan rehberi seçmiştim). İki metre ilerde duran başka bir halkaya girdi. O da aşağılara seslendi. Neyse, sıram gelmişti. Yükseldim. Bir daha da onlarla karşılaşmadık. Kulenin zirvesine az kala Enrico “bitti” diye müjdeyi verdi. Rota daha fazla yükselmeyecekti. Ürkütücü bir patikadan kulenin arkasına geçtik. Gene ip inişi yapacaktık. Ancak bu sefer rehberimin 60 metrelik ipi çift kat aşağıya kavuşmuyordu. Beni tek iple indirdi. Kendisi ise duvarın bir yerindeki bir halkaya girip, iki aşamada inişi tamamladı.
Öğle atıştırmasından sonra bir tane daha tırmanış yapmak için Torre Grande’ye gittik. İsmin anlamı “Büyük Kule”. Ancak, Büyük Kule ortasından yarılmış üç parçadan oluşuyor. Biz bunlardan Cima Ovest’teki Via Delle Guide’ye (Rehber Rotasına) girdik (140 m – IV derece). Enrico, “bir yerde hafif bir negatif geçeceksin” dedi. Baktığım bazı sitelerde de o noktaya IV+ vermiş. Gösterdiği yere baktığımda tombul bir adam negatifi ıkına sıkına aşmaya çalışıyordu. Enrico artık benle tırmanıştan rahatlamış olacak ki klip mlip yapmadan dümdüz gidiyordu. Sanırım ben de onla tırmanmaktan rahatlamış olacağım ki hiç umurumda olmuyordu. Sadece negatifin hemen üstüne bir ekspres taktı ve geçti. Ben de peşinden geldim. Zor değildi. Bir hamleyle yükselecekken sol ayağım kayadan uçtu gitti. Bariz durumdaki basamak o kadar çok kullanılmıştı ki pırıl pırıl parlayama başlamıştı. Neyse ki ellerim sağlam tutmuştu. Bir sonraki hamle ile negatifi geçtim. Kaya zor değildi. Ancak benim ilk ciddi duvar günümde ruhsal enerjim yavaş yavaş suyunu çekiyordu (herhalde). Kulenin tepesindeki düz platforma geldik. Enrico kulenin arkasından, üç ip boyu inmemiz gerektiğini müjdeledi. Bu sefer de kendisi ilk gidecekti. Aksi takdirde ara platformları ıskalama ihtimalim olabilirdi. Yere indiğimizde kendimi çok keyifli ve tükenmiş hissediyordum.
SONUÇ
Alpin dağ rehberlerinin de, Türkiye’de olmayan ama başka ülkelerde insanların dağlara gitmesini sağlayan, kolaylaştıran ve geliştiren alt yapının önemli bir parçası olduğunu düşünüyordum. Bizzat denedikten sonra, şu anda bu yargımın doğru olduğunu biliyorum. Cortina’ya dönerken Enrico eliyle karşımızda dikilen Punta Fiames zirvesinin Batı yüzünü gösterdi. “Burada IV’lük bir rota var. bir daha geldiğinde onu tırmanırız” dedi. Sözünü ettiği duvar, 450 metrelik, vadiden dimdik yüklen bir kaya bloğuydu. Enrico bugünkü tanışmamız ardından o duvarı rahatlıkla çıkacağımı iddia ediyordu. İşin ilginç tarafı da bana da son derece inandırıcı geliyordu. Oldukça ileri bir yaşta, 2007 yılındaki ilk Via Ferrata deneyimimle başlayarak, duvardaki boşluk duygusuna alışmış ve şimdi de karşımdaki 450 metrelik duvarın, gerçekçi bir şekilde, hayalini kuracak hale gelmiştim. Lider gitmek gibi bir derdim yoktu. Ama kim bilir belki o da gelirdi. Türkiye koşullarında insanlar üniversiteden sonra kısa sürede dağcılıktan da “mezun” olurken Alplerdeki alt yapı her isteyene, kendi seviyesini düşürmemek, hatta biraz daha ileri götürmek için bütün seçenekleri sunuyordu. Ve de herkese uygun on binlerce etkinlik imkanı vardı. Ne diyelim? Darısı başımıza…