MontBlanc_Banner.jpg

Pastel Tonlarında Tırmanış…

 Editörün Notu: Yazıda kullanılan tüm fotoğraflar Önder Bingöl ve Begütay Temurhan arşivinden alınmıştır. Kendilerine bu harika fotoğrafları bizimle paylaştıkları için teşekkür ederiz...

Fontainebleau  Nisan 2014

Ne varsa onu almaya geldim. Performans mı? Göstermeye değil, neye ihtiyacım olduğunu görmeye geldim…

Belki de tırmanışı, heyecanımı yeniden bulmaya geldim!

Alabileceklerim o kadar fazla ki! Kendimi, deniz kenarında yerden cebine apar topar ne kadar taş doldurabilirse o kadarını alan bir çocuk gibi hissettim.

Burası bir derya… Bildiklerimi unutmaya, üstüne eklemeye, ne gerekiyorsa çıkarmaya hazırım…

Fonta geldim!

Kendime geldim…

Doğa tahribatının oldukça az olduğu bu bölgede yapılar, sokaklar ince düşünülmüş detaylarla, iyi korunmuş eserlerle, estetik, üzerinde düşünülmüş tasarımlarla dolu…

Dar stabilize yolu ağır ağır geçiyoruz. Ormanın içinde oldukça mütevazi bir gite! Gite Arbonne… Tavuklara yem verirken, bizi görünce güler yüzü ile yanımıza gelen ve bizi karşılayan Sandra… Soğuk bir su içiyor, odamıza, ufak evimize yerleşiyoruz!

 Kayaları görmeye gitmiyorum. Önce bu ormanın havasını solumalıyım. İçime sindirmeliyim. Nerde olduğumu anlamalıyım.

Yarın derinliklerine ineriz ormanın, kayaların büyüsüne kapılırız. Her şey aceleye gelmeden yaşanmalı diyorum bu huzurun havada asılı kaldığı yerde!

Güzel bir uyku, hoş geldin ışıklarıyla güne başlayan mutlu yüzler; kahvaltı, ve tabii sert bir kahve.

Ufak da olsa kaygılar! Sakatlıktan henüz tam çıkamamış olmanın verdiği huzursuzluk olsa da, yola çıkınca toz oluyor her şey…

Yola çıktık, sağ sol orman… Peki nerde bu kayalıklar? Sabretmem gerekiyor, bekle diyorum kendi kendime, şu ana kadar gördüklerinin tadına var!

 Ve ormandan kayalara açılan ince kumlu yolun bizi çıkardığı avludayım… Sanki tarihi bir müzenin avlusuna girmişçesine heyecanlıyım. Eski, iyi korunmuş ve yüzlerce yaşama tanık olmuş o tarihi eserler… Pardon kayalar! Ama ne kayalar! Bir tırmanıcı olarak gelmesem de beni büyüleyecek olan kayalar! Her biri iyi bir heykeltıraşın elinden çıkmış bir eser gibi, kimi narin ve ince detaylarla bezenmiş, kimine ise sadece genel form verilmiş.

Ben şimdi buraya tırmanışa gelmemiş olsam, bu kayalıkların resmini yapmak isterdim. Ben şimdi tırmanışa gelmemiş olsam, bu kayalıkların altından girer üstünden çıkar, tepelerinde çevreyi, ormanın içindeki eşsiz ışık oyunlarını izlerdim. Ben şimdi buraya tırmanış için gelmemiş olsam, bu kayaların dibine uzanıp bir kitap okumak isterdim. Ben şimdi bir çocuk olsam bu kayaların çevresinde saklambaç oynamak isterdim…

Hani bazen tırmandığımız yüzeyler diğer insanlara (tırmanmayan, bu işle pek ilgilenmeyen) ilgi çekici gelmez ya, ne var bunların tepesine çıkacak derler ya! İşte bu kayalara bakıp, yanına gelip de etkilenecek bir şey bulmamak için baya zorlamalı insan kendini. Dedim ya, hepsi özenle yapılmış gibi. İşte belki de bu nedenle tırmandığım en basit rotalarda bile estetik hamleler, mükemmel engramlar gizli… En basitinden en zoruna her kaya sanki tırmanmak için yapılmış. Sevgili Haldun (Aydıngün) burada seni anmadım değil, ne demek istediğini en iyi tanımlayan bölgelerden biri diyebilirim. Hem kolay hem de kolay olmasına rağmen çok kaliteli ve teknik rotaların zengin olduğu bir bölge. Bu nedenle Fransız tırmanıcılarda tekniğin de zengin olması şaşırtıcı gelmemeli…

 4’lü derecelerde tırmanıyorum, 5’li derecelerde… Boulderda fb6a derecelerinin altında iyi rota bulmak normalde zor iken, burada, her biri bir rota yapıcı tarafından yapılmış gibi eşsizler. Bizi süprizle karşılıyorlar, şaşırtıyorlar… Ve tabi ki etkiliyorlar!

Burası Isatis. Konakladığımız yere araba ile 5 dk. Park yerinden sonra bölgeye yürümek ise 2 dk. Bu kadar kısa bir sürede ulaşılabilen, ince kumlu yolun sonunda her biri birbirine çok yakın, her derecenin bir o kadar çeşitli olduğu eşsiz bölgelerden biri… Bir stüdyo sanki! Önce şaşkınlıkla geziyoruz. Ordan oraya, bir kayadan bir diğerine… Sağım solum önüm arkam her yer rota! Önder eşliğinde öncelikle klasik ve özel problemleri geziyoruz (rehberde yıldızla puan verilmiş, klasikleşmiş).  “Ama bu da çok güzel, bak bu harika, peki bu hangi rota?” diye sorduğum her rotaya –onlar rota değil- diyor Önder (Aslında sadece rehberde kayıtlı değiller, klasik değiller). Oysa hepsi tırmanmam için içimi gıdıklıyorlar resmen. Rehberde kayıtlı olmayan rotalar, ismi derecesi bilinmeyen kayalar bile bir harika!!!

Ve padler serilsin. Theraband ile ısınma evreleri başlasın. Parmaklar bantlansın. Toz, hazır! Friction, hazır! Evren, hazır! Spot aaaaalll! Ve tırmanış başlasın… 

Oooppss! Bu da nesi, ama burada ayak yok ki! Ee hadi bastım, tutamaklar nerede? Aman kayıyorum derken, ilk günler yeni padlerimizi bol bol test etme imkanı buluyorum. Oldukça iyiler! Derken bölgenin, blokların dilini çözmem gerektiğini anlıyorum. Öyle kolaycacık teslim olmuyor rotalar.

Uğur ilk gün flashladığı isimsiz fb7a'lardan birinde. Biz mi? Rotaya sadece girebildik desem. İşte öyle bir rota.

Derecesi rotayı daha değerli ya da tam tersi daha değersiz yapmıyor. Aşınımı, dokusu ve genel formu her şeyi belirliyor. Bunu nerdeyse onlarca deneme sonucu çıktığım bir fb 6a rotada anlıyorum... “Ya neden bir fb6a ile o kadar uğraşır ki insan!?” Eğer bir fb6a bu kadar farklı bir teknikle çıkılmak için oradaysa, buna kesin değer! Onlarca kez denemeye kesin değer!

Derece kavramını da alt üst ediyor bu bölge. Biliyorum, diyeceksiniz ki o konuya hiç girme! Bölgedeki zorlukları diğer boulder bölgelerine göre çok daha sert buluyoruz (hepimizin genel kanısı bu yönde). Ve dereceler çok tutarlı… Çünkü çok farklı, alışık olmadığımız (kaya yapısından dolayı) teknikleri uygulamak gerekiyor. Bu da rotayı daha zor hissettiriyor.

Vaktimiz çok da uzun olmadığı için, olabildiğince farklı ama bir o kadar da klasik bölgelere gidiyoruz.

Bas Cuvier. Bereketi ile adeta tırmanıcılara bahşedilmiş bir başka bölge. Bir başka avlu, bir başka âlem. Tırmanmaya başlıyoruz kendimizden geçercesine. Herkes farklı bir blokta. Herkes kendi gönlünce… Uğur mu nerede? Bir gören olursa bana da haber ede. Daha önce Magic Wood bölgesinde de deneyimlediğim için Uğur’a yetişmeye çalışmıyorum. Gerçekten bir kayadan bir diğerine, bir rotadan bir başkasına öyle hızlı geçiş yapıyor, öyle yorulmak bilmeden tırmanıyor ki, içten içe gıpta etmemem elde değil. Önder bölgeyi gayet iyi bildiği için önceden planladığı rotaların dibinde denemelerde. Nakış  gibi işlenen, İncelikli hamlelerde.  Begü çekimde, ışık oyunlarına inatla gözü deklanşörde… Efe ise rotalarda, farklı tekniklerle karşılaşmanın sevincinde, denemelerde.

Peki ben neredeyim? Tırmanış nerede? İşte bu bilinmezi çözmeye çalışırken, yaptığım her tırmanıştan aldığım inanılmaz haz, bazen yerini yenilgiye, bazen zafere bırakıyor. Dereceler, rotalar hiç de alışık olmadığım tarzda. Her rota, tırmanışı yeniden keşfedecek bir şeyler sunuyor önüme…

Tırmanıcı dostlarla birlikte tırmanmak her zaman öğretir insana (yalnızlığın tadı kimi zaman başka olsa da)… Önder’e bakıyorum, geçen seferden aklında kalma bir rota (L'Abattoir fb7a+, (Dünyadaki ilk fb7a)…  İzliyorum. Deli işi bu diyorum bazen. Ayağı 5 mm sağa basacaktım, ama o sırada sol ayağım da 13 cm solda kalacaktı vb gibi incecik ölçümlerle, detaylarla çözümlenen hamlelerin sonunda, rotayı çıkıyor. Valla mı nidasıyla! Ve Uğur’a takılıyor gözlerim… Benim için imkansıza yakın olan bir hattın altında. Diyorum ki içimden, yine buldu deli saçması bir hamleyi, deneyip ehlileştirecek vahşi at misali. Deniyor, bir, iki, üç deneme… Yok diyorum, pek şans vermiyorum, bugün bunu yapması imkansız gibi diyorum içimden! Derken, yine yanıltıyor beni. İnandı mı hamleye, bırakmıyor, peş peşe tutuyor slope tutamakları inanılmaz crosslarla, tamamlıyor mu rotayı!! İşte, bitiyor rota! Ben dahil herkes bu kadar hızlı olmasına şaşırıyoruz. Daha ilk günler değil mi? Ve ben bir önyargımı daha kırıyorum bu arada. La Berezina fb7c (Fonttaki ilk fb7c)…

Franchard Cuisiniere. Ormanın ışık oyunlarına kapılıp kaybolacakken, bölgedeki her biri birbirinden muhteşem kayalarla kendime geliyorum. Isınma rotalarından hiç bu kadar keyif almamıştım diyorum kendi kendime, fb6a lardan fb7a lara güzel bir yelpazede yol alırken… Bu bölge de diğerleri kadar şahane!

Bol bol tırmanıyoruz, önümüze ne çıkarsa, seçmeden, elemeden olabildiğince çok! En çok da klasikleşmiş efsane rotalara yönleniyoruz. Arada font baharının serin rüzgarına yenik düşüp hasta da yatsak, kalkıp koşarak yine gidiyoruz kayaların dibine. Derece düşürüyor, ama bu lezzetli rotaların tadına bakmadan geri dönmüyoruz.  Bölge o kadar büyük ki, bu kısıtlı vakitte ne kadarını tırmanırsak kardır diye…

Akşamları yemek sonrası rehberde kaybolup gidişlerimiz, Begü’nün çektiği videoları izleme merasimleri, çeşit çeşit kahve, çikolata ve peynir tadımları, dinlenme günlerinde kimi zaman yeni bölge keşifleri ile kimi zaman Paris’in ışıltılı sokakları ise bu faaliyetin olmazsa olmazları…

Ancak burada beni aydınlatan en önemli olgu: “Tırmanış kültürü” oluyor… Yazının bundan sonraki kısmı benim gerçek Font deneyimimi özetliyor.

Her bölge, bir yerinden tutar insanı. Kimi tutar bırakmaz. Kimi tutar, sarıp sarmalar sonra fırlatır. Kimi ise derin izler bırakır. Kimi ise hiç dokunmaz, teğet geçer…

Fontainebleau’da onlarca yazarın, şairin, ressamın ve fotoğrafçının ilham kaynağı olan ormanın büyüsünü hissetmemek, yılların izlerine takılıp kalmamak, etkilenmemek mümkün değildi.

Tırmanışa elverişliliği ve konumu dışında onu çok özel yapan yanı da köklü kültürü idi. Tırmanışa, tırmanıcılara olan saygı o denli iyi korunmuş olmalı ki bölgeye tümüyle etki etmişti.  Fb6a bir rotayı ufacık paspası ile deneyen, bouldera yalnız gelmiş olan 55-60 yaşlarındaki amcalar, bugünün fb8c’lerini çıkan kültürü geliştirmişti. Hallerinden öyle belliydi ki! Birbirlerini var sayıyorlardı. Birbirlerinin stiline karışmıyorlardı. Her gün yeni bir örneğini gördüğüm bu birikim, bu denge, bu karışım, bu birliktelik, beni rotalardan ve derecelerinden daha çok etkilemişti. İşte dedim, gelişimin en önemli nedeni! Geçmişle geleceğin birbirini kabul etmesi… 1930’larda yapılan tırmanışlara duyulan takdir duygusu 2000’lerin başarısını getirmedi mi? Bu bir aktarım meselesi değil mi?

Kimse kendinden bir önceki nesli yok saymıyor. O yüzden zenginler! O yüzden gelişmişler! Aktarım var, kabul var, saygı var… sevgi var…

60’lı 70’li yaşlarında tırmanan amcalar da var. Henüz 20 aylık çocuğu kucağında hatunlarda var.

Liseden çıkıp tırmanmaya gelen gençler, bizim gibi diğer ülkelerden gelen tırmanıcılar…

Senin inmekten korktuğun rotalarda 3-5 yaşlarındaki çocuklar kaydıraktan iner gibi kayıyorlar, oyun oynuyorlar.  Konuşmayı, yürümeyi tam beceremeyen çocuklar kendileri gibi ufak bloklara tırmanıyorlar, düşüyor gülüyor sonra kumdaki oyuncaklarına dönüyorlar. Bu bir oyun onlar için! Bu oyunu oynayarak büyüyorlar… Tırmanarak büyüyorlar!

2-3 nesli bir arada görmek oldukça etkileyici…

Ortam hafta  sonları şenlik gibi…

Herkes kendi halinde.

Arada sosyalleşme betalaşma ve gülüşmeler.

Herkes kendini hazmetmiş. Herkes bir diğer tırmanıcıyı hazmetmiş. Hallerinden anlaşılan bu!

Huzuru sokaklara yansıyan yaşamlar…

Baharın en güzel tonları…

Hem gidenler hem de yeni gelenler…

Kahverengiden yeşile olan geçiş… Ve arabulucu griler.

Resmedilmek için seni baştan çıkaran bu doğa harikası orman!

Tırmanmak için içini gıcıklayan kayalar!

Tırmanış, nakış gibi…

Teknik, şiir gibi…

Orman tablo gibi… Fazla söze ne gerek! Fonta mutlaka gelmek gerek!

Evren Karadağ

İletişim: evrenkaradag at yahoo nokta com

 Albüm: