Erdem Alsancak’ ta doğup büyümüştü. On yedi yaşına kadar okul hayatıyla yanında babasıyla birlikte kuyumcu dükkanında çalışmıştı. Esnaftı, peki ablacım, tabi ki, hemen hallederiz, yardımcı olabileceğim bir şey var mı? Yine bekleriz, cümleleri ardı ardına çıkardı dudaklarından. İnsana güven veren, sevimli, sempatik, pırıl pırıl bir gençti. Kötü bir şey düşünmezdi kimse hakkında. 

Amcası doğa yürüyüşlerine gittiği için oda amcasının yürüyüşlerine katılmıştı. Kıpır kıpır, şakacı kişiliğe ve her daim güler yüzüne yeni bir renk katan bu yürüyüşler onun ve onunla aynı düşünceyi ve yaşam biçimini paylaşan biz doğa sporcularının ortak paylaşım alanıydı. Ama yürüyüşler onu kesmedi. Erdem dağcı olmak istiyordu. 

Tırmanmak, zirveye çıkmak, o özgürlüğü, o öz güveni, o fedakarlığı, o paylaşımı tatmak istiyordu. Kendisiyle mücadele ederken doğanın kurallarına uyması gerektiğini biliyordu. İçindeki ses, bu yazıyı okuyan çoğumuzun içindeki ses gibi, dağa çağırıyordu onu. 

Aradı. Nasıl dağa çıkabilirim? Nasıl bu sporu öğrenebilirim. Sonunda fazla da zorlanmadı. Babasının dükkanına yakın bir yerde, sevdiği sporun malzemelerini satan bir dükkan açılmıştı. Dağcı. Her fırsatta babasının dükkanından ayrılıp malzemelere bakmaktan, incelemekten, bu ne? Ne işe yarar?  Nasıl kullanılır? diye sormaktan, kokusunu almaktan zevk duyduğu dağcı dükkanına geliyordu. O kadar ki Erdem artık dükkan müşterisi değil, dükkanın maskotu, satış elemanı, her şeyi olmuştu.

O kadar yardımseverdi ki, dükkanı toparlarken ağabeylerine yardım ederdi. Yine böyle bir günde beraber dükandaki çöpleri temizledikten sonra Erdem’ in attığı kutuların içerisinde, henüz banka yolunu öğrenememiş üniversite öğrencilerinin kutuların içinde 170 Dm para gönderdiklerini öğrenmiştik. Sonrasında çöplerin içinde gülerek birlikte o kutuları aramıştık.

Bu dükkandaki ağabeyleri de ondan biraz büyük üniversite öğrencisi ve yeni mezun olmuş kafadarlardı. İnsanın sevdiği işin, hobisinin işleri olması için çaba gösteren kişilerdi. İzmir’deki tüm üniversite dağcılık kulüpleri, yamaç paraşütçüleri, Alsancak’ a indiğinde dükkanda soluğu alırdı. Hiç müşteri olmasa bile dükkan içinde ayakta duracak yer kalmaz, herkes birbiriyle konuşur, yapılacak aktiviteler planlanır, bir yerlerde oturulurdu. Erdem izlerinden gidecek kişileri bulmuştu. Bir sürüde yeni arkadaş edindi bu sayede üniversite kulüplerinden. İmkan buldukça bu izlerden gitti de. O yıllar 95 li yılardı ve Türkiye’ de hala malzeme bulmak zordu. Grupların bir çoğu dağcılık yapmıyor sadece doğa yürüyüşü ve birazda kampçılık yapıyordu. Bilgi de yoktu, malzeme de azdı. Federasyonun başka anlayışta olduğu, üniversite kulüplerinin alpinizm anlamında dağcılık sporunda  çok daha aktif ve özverili olduğu dönemlerdi. 

Rahmetle andığımız il temsilcimiz Koray Büyükburç il temsilciliğinde doğa yürüyüşü yapan kulüplerden sporcuların daha fazla katıldığı yaz temel eğitimi organize etmişti. Kampçılık ve temel kaya eğitiminin birlikte verildiği bir eğitimdi bu. Örnekköy mezarlıkta tapınak denen o zamanlar sportif tırmanışın boltlu rotaların olmadığı dönemde her fırsatta gidilen mezarlık karşısındaki kayalıklardı eğitim alanı.

Bu eğitimin en genç ve en istekli iki öğrencisi vardı. Emrah, Erdem haftalar süren eğitimde en genç isimlerdi. Onatlı, onyediydi yaşları. İlk sikke çakışları, ilk istasyon kurmaları, tırmanışları, ip inişleri burada olmuştu. Uzun yıllar yürüdükleri iz burada başlamıştı. 

Bu iki kafadarın her şeyde gönüllü ve istekli olmalarının yanı sıra kayalıklarda aralarda kertenkele avlamaya çalışmaları aklımdan çıkmıyor. Eğitimin muzipleri ve neşe kaynağıydılar. 

Bu yüzden Erdem’in hep bir kayanın arkasına saklanıp, kendisini aratıp, olmadık bir yerde olmadık bir zamanda gülerek ortaya çıkacakmış  hissine kapılırım.

O iz içinde giderken eğitmenlerinin izini geçtiler, kendi izlerini açarak yürüdüler zirvelerin yollarında. Dağlar kendisine yaklaşmasını bileni yükseltir yükseltir ve sonunda başına taç eder diye güzel bir söz var ya artık onlar dağlara yaklaşmasını çok iyi bilir hale gelmişlerdi.

Ancak hayat herkes için farklı akıyor. İstediğimiz yaşama ulaşmak her zaman dağlara çıkmak kadar kolay olmuyor.

Böyle bir yaşam düzeni içinde Erdemin ailesi İzmir’den taşınma ve memleketleri olan Erzincan’ a gitme kararı aldı. Erdem yaşamın bu akışına karşı duracak ayrı bir akış sağlayacak yaşta değildi, uydu bu karara. Yaşadığı, büyüdüğü çevreden,  kampa gittiği dağa çıktığı aynı lisanı konuştuğu ve paylaştığı arkadaşlarından uzakta kalmak onu üzdü. Genç, muzip, neşeli çocuk hayatın terbiyesi ile büyüdü.

Yeni bir yaşam kurmaya çalıştı Erzincan’da, ama hep çağırdı, İzmir onu. Deniz suyu kaçmıştı bir kere kulağına ve İzmir’ e geri döndü. Devlet memuru olarak İzmir Kültür Turizm İl Müdürlüğü’nde çalışmaya başladı. Eski neşesine ulaşması zaman aldı. Zordu bu süreç onun için. Ama hep yaşamımızdaydı arkadaşımızdı Erdem.

Uzun bir süre spor tırmanış ile uğraştı. Bu dönemde dağlara, zirvelere daha az gitti. Tırmanışta iyiydi, ama kulağına deniz suyunun kaçtığı gibi o zirveye çıkışın verdiği mutluluk da hafızalarından silinmedi. Fırsat buldukça dağlara, Ege Üniversitesi’nden genç dağcılarla, onlara iz açarak, arkadaş olarak yeniden gitmeye başladı. 

Bizlere takılırdı. Hee hee Aykut abi  sizden iş geçmiş saçınızda siyah tel kalmamış ihtiyarlar. Ooo göbekte ne abi, ağırlık merkezini mi dengeliyor çantayla?

Taa ki Bozdag’ da çığ düşmüş haberi gelinceye kadar. 

Ayrıldık.

Anıları kaldı bizimle.

Tebessüm kaldı yüzümüzde hatırladıkça onu, 

İnsan hem tebessüm eder hem de boğazına düğümlenen bir acı kalır mı?

Bizde kaldı.

Ercan Şölen