"Onbeş dakika sonra su gibi terlemeye başladım, boynumdaki saçlar karıncalanıyordu. Birşeyler doğru değildi bu yüzden hızlıca geri çekildim. Ama yerin kucaklayıcı güvenliğine ulaşmadan önce yukardan gelen ıslık gibi tuhaf bir ses duydum ve zerre düşünmeden yukarı baktım. " İngiliz solo tırmanıcı Frank Grant, Kasım 2008'de piyasaya çıkacak otobiyografisindeki "Eiger'de Ölüm" isimli bölümü şimdiden tirmanis.org okurlarıyla paylaşıyor. Frank'ın Eiger'e solo tırmanan ilk İngiliz olma hayaliyle başlayan Eiger serüvenini Pınar Kavak'ın çevirisiyle beğeninize sunuyoruz.

Eiger'de Ölüm

Frank Grant

“Ve şimdi hepsinden geçerim,
Istırap yılların prangalarını koparır;
Sıkıntım cenaze töreninin kara örtüsü gibi,
Kederim büyük, gözyaşlarına parçalanır;
Yılların arkadaşları soğuk görünerek gittiler;
Bağlar hala beni büyü gibi alıkoyuyor”.
James Hogarth

Küçük bir çocukken hep üç büyük tırmanış hayalim vardı – Eiger Kuzey Yüzü’ne solo tırmanan ilk İngiliz olmak, İtalyan veya Zermatt Sırtı’ndan Matterhorn’a tırmanmak ve herhangi bir rotadan Everest’e tırmanmak. Hiçbir planım yoktu, sadece fırsat olduğunda bu tırmanışları yapacağıma dair bir hayalim vardı.

Bu hayaller gelişen çocukluğum boyunca benimleydi. Bununla beraber, o yaşlarda kaya tırmanışı hakkında hiçbir şey bilmesem de ki siz bu hataya düşmemelisiniz, yoluma çıkan her kayaya tırmanmaktan memnundum.

Yıllar yuvarlanıp giderken ben hep yalnız başıma tırmandım. Sadece kendimden müteşekkil ekibimin bana tanıdığı özgürlüğün tadını çıkararak; kaya yüzlerinde ve dağlarda hakkında endişelenecek bir partnere sahip olmamanın rahatlığı ile... Bireysellik o kadar çok hoşuma gidiyordu ki; 1960’ların başlarında, İsviçreli bir ekibin ilk çıkışından hemen sonra Dhaulagiri IV zirvesinin ikinci denemesini yapmak için birleştirilmiş askeri güçlere katılma fırsatını yakalamıştım,  nitekim ‘ekip oyuncusu olmamak’ la addedildim ve aldığımı sandığım yeri kaybettim!

Oysa aklım hala Eiger Kuzey Yüzü solo denemesindeydi. Dolayısıyla iki İngiliz tırmanıcının – Chris Bonnington ve Ian Clough 1962’de Kuzey Yüzü denemesinde bulunacağını duymak biraz keyfimi kaçırdı. Ama çok geçmeden bunun bir solo deneme olmayacağını farkettim, böylelikle hayalim hala bozulmamıştı. Fakat aynı yıl başka iki İngilizin – Barry Brewster ve Tom Carruthers- solo deneme yapacağı haberleri benim oraya koşup onları alt etmeye çalışma arzumu kolaylaştırmamda biraz etkili oldu. Ancak bu karar acı bir sürpriz ile engellendi; ikisinin de denemeleri sırasında (ayrı ayrı zamanlarda) öldüğü haberlerinin gelmesi benim oturup kendi solo denememi tekrardan düşünmeme sebep oldu.

En fazla bir saat boyunca düşünmüşümdür!

İlk gerçek fırsatım 1965’te 21 yaşındayken, Almanya’da Silahlı Kuvvetler’de hizmet verirken oluştu. Bu, şimdiden Avrupa’nın ana kıtasında bulunmam demekti! Böylelikle planladığım gibi Eiger’i yapmak için İsviçre’ye geçmek ve sonra askeri üssüme geri dönerken Matterhorn’u yapmak daha kolay olacaktı.

Haziran’ın son üç haftası izin aldım ve bu zamanı Lauterbrennun için ayırdım. Bütün yolu otostop çekerek gittikten sonra ki o da kendi içinde bir maceraydı(!), Cuma gecesi geç vakitte ulaştım. Oraya vardığımda çok yorgundum, üşümüştüm ve günbatımında vadi tabanının üstünde onun (Eiger’in) uzaktan belirdiğini gördüğüm an çok korkmuştum. 

Onunla gerçekten baş edebilecek miydim?

Kleine Scheidegg demiryolu istasyonunun üstündeki biraz dar alanda kamp yaptım, soğuk ve uykusuz bir gece için yerleştim. Neden orada olduğumdan ve hatta böyle bir teşebbüste bulunmak için hazır olup olmadığımdan bile emin değildim. Yaşamlarını burada yitirmiş Barry Brewster ve Tom Carruthers’a ait düşünceler zihnimi doldurup bütün gece rüyalarımı işgal ettiler. Bu yüzden ertesi sabah erkenden gün ışırken uyandım. Yorgundum ve herhangi bir deneme yapmak için çok da hevesli değildim.

Yanımda bir rota kartı (topo) vardı. Onu buzul çatlağının arkasındaki kaya yüzü için yola çıkmadan önce bin kere okudum. Bulunduğum noktadan asıl kaya yüzüne ulaşmadan evvel aşılması, hesaplaşılması gereken bir pasaj vardı. Soğuk sert kaya yüzüne dokunduğumda hislerim tarifsiz bir şekilde karıncalandı ve kanım vücudumun çevresinde iki kat daha hızlı akıyordu. Artık, yerden ayrılıp gitmeliydim. Ve böylece beni yerin güvenliğinden ayıran ve yola çıkartan o ilk hareketi, hamleyi yaptım.

Onbeş dakika sonra su gibi terlemeye başladım, boynumdaki saçlar karıncalanıyordu. Birşeyler doğru değildi bu yüzden hızlıca geri çekildim. Ama yerin güvenliğine ulaşmadan önce yukardan gelen ıslık gibi tuhaf bir ses duydum ve zerre düşünmeden yukarı baktım. Tam bana doğru deniz mili hızında gelen yerinden kopmuş kaya parçasını gördüm. Öyle ki kafama çarpsa (Ağırlıktan azaltmak için kask kullanmıyordum) kafatasımı delip geçecek, beynimin derinliklerine dalacak ve benim gerek şimdiki denememi ve gerekse gelecekte herhangi bir yerde herhangi bir kaya üzerindeki denememi kesinkes sonlandıracaktı. O tuhaf ıslık çınlayarak yanımdan geçtiğinde ve buzul çatlağının ağzındaki kar tabakasına güm diye patladığı anda ben de yan tarafa atlamayı başardım. Kaya parçası karın birkaç feet aşağısına gömüldüğünde çoktan gözden kaybolmuştu.

Bu benim için fazlasıyla yeterliydi, böylece Lauterbrennun’a geri çekildim. Koblenz’e[1] kadar otostop çektim ve başka bazı -askerî- servisten insanlarla tanıştım. Almanya’daki istasyonuma dönme vakti gelene kadar Rhine[2] meyhanelerinde sek içkiler içmeye çalışırken onlarla kaldım.
Sonraki otuz küsur yılda diğer dağ mücadeleleri ardı ardına geldiler ve geçtiler – Himalaya zirveleri, Kanada kayaları ve tabiki İskoç dağları ve sonunda District Gölü. Burası silahlı kuvvetleri bıraktıktan sonra yerleştiim yer.
Kırklı yaşlarımın sonlarındayken Everest düşüncesi oldukça net olmaya başladı. Eğer ciddi bir deneme yapacaksam bu şimdi veya önümüzdeki birkaç yıl içinde olmalıydı. Çünkü yaş yavaş yavaş ilerliyordu. Bedenim bana onu çok fazla kötüye kullandığımı anlatmaya başlıyordu, taa güneşle ıslanmış Malta adasında kaya tırmanmaya başladığım körpe 13 yaşımdan beri.

Şimdi, eşzamanlılık olumlu bir şekilde geldiğinde harika birşey! Şöyleki; tam iki hafta içinde Eiger çıkışını Mittelegi Sırtı’ndan yapmak, ardından Matterhorn’u yapmaya gitmek, sonra da Mont Blanc’te bitirmek için bir davet aldım. Bu yüzden Everest düşüncelerim aksadı. Kabul etmek için hiç de zamana ihtiyacım yoktu. İki hafta içinde kendimi İsviçre’ye doğru Land Rover’ımı sürerken buldum. Eiger’le bir kez daha karşılaşmak beklentisindeydim ama bu defa umarım daha farklı şartlar altında olacaktı.

Kuzey yüzüne solo çıkan ilk İngiliz olmak düşüncelerim 1981’de Eric Jones adında bir İngiliz tarafından gerçekleştirilince suya düşmüştü. Bu yüzden 1965’teki başarısız denememden beri Eiger’in zirvesine çıkmak istesem de bu hayal beni daha fazla oyalamıyordu. Yani bu davet benim üç isteğimden ikisini gerçekleştirecekti. Everest gelecek seneye kadar beklemek zorundaydı.

Land rover’ımı İngiltere’nin kuzeyinden başka bazı genç delikanlıları da yolcu olarak alıp sürmeyi tercih ettim. Geçit olaysızdı, tıpkı ilk tırmanışımız olan Eiger tırmanışı sırasında kamp yapacağımız Lauterbrennun’a yapılan uzun yolculuk gibi. Matterhorn’u yapmaya geçmeden ve eve dönmeden önce sonuncu durak olan Mont Blanc’ten de önce ilk Eiger’e tırmanacaktık.

Diğer herkesten bir gün önce ulaştık ve ben para bozdurmakta epey şanslıydım. [Birleşik Krallık’tan ayrılmadan önce 500 sterlini İsviçre frankına bozdurdum ve yanlışlıkla 1000 sterlin değerinde para aldım. İnanın bu biz İsviçre’ye varana kadar farkedilmedi!] Bu kazançla, iki şey yapmaya karar verdim; ilki bir çift yüksek irtifa botu almaktı,  ikincisi guruba dağın yukarısına, Jungfraujoch’a giden bir demiryolu gezisi ısmarlamaktı. Böylece Eiger’in kuzey yüzüne yukardan yakın bir incelemede bulunabilecektik.

Düş kırıklığına uğramadık.

Sonraki gün gurubun geri kalanı da geldi ve Doug’la karşılaştım. Askeri servisinden ayrılalı uzun zaman olmamıştı ve outdoor aktiviteleri eğitmeni olarak sivil kariyer yapmak için deyim yerindeyse çalmadan oynayacak kadar hevesli görünüyordu. O akşam biraz bira içtik ve birçok ortak noktamız olduğunu keşfettik. Askeri girişimimize dayanarak kendi trekking survival şirketimizi kurma isteğimiz de dahildi buna. Saat sabahın ikisi civarı barda oturan son iki kişi kaldığımızda, Birleşik Krallık’a geri dönünce birlikte iş yapmak üzere anlaştık. Çünkü çok iyi anlaştığımız ve potansiyel iş ortağı olmak için çok uyumlu olduğumuz açıktı. Sonraki birkaç gün buzullarda mesai yaparak geçti. Doug ve ben tırmanışa olan yaklaşımımızın çok benzer olduğunu anlayarak partner olduk. İkimiz de aynı ahlakı ve felsefeyi paylaşıyorduk ve ikimiz de buz veya kaya üzerinde hareket ederken ötekinin ne düşündüğünü bilebilme yeteneğine sahiptik. Ben herşeyi iki kat hızlı yapmak zorunda olan Billy Whizz[3] iken, o da beni yavaşlatabilen, bütün olası sonuçlara göre düşünüp mantıklı kararlar veren mola insanıydı. Para konusunda da bilinçliydi, halbuki ben maddeyle çok az ilgilenirim. Diğer konularda, ben tecrübeye, vasıflara ve bağlantılara sahipken, o biraz tecrübe, biraz vasıf ve çantalar dolusu heves ve motivasyon sahibiydi. İkimizin de müthiş bir iş ortaklığı yapacağımızı hissetmemiz besbelliydi!

Eiger’e Mittellegi Sırtı’ndan çıkmayı deneyeceğimiz gün geldi. Bir ipte 4 kişinin olduğu 3 gurup ve bir de beşlik bir ip vardı. Doug’la ben ekspedisyon lideri ve onun genç oğlu ile aynı dörtlük ipte olduğumuzu keşfedince mutlu olduk.

Güney yüzüne geçmek için harcanan çaba başlıbaşına bir destandı!

Trenden inip bizi güney yüzüne götürecek tünele girmek için hazırlandığımızda, tünel sanki rüzgarın yüksek hızda uğuldaması için bir boru görevi görüyordu. Ses aynen iki tane ekspress treni zıt yönlerden aynı anda geldiğinde uzun bir tünelde olmanız ve siz iki geçidin arasındaki boşlukta dururken sizi geçmeleri hissini uyandırıyordu.Tünelin tabanı buzla kaplıydı, bu yüzden kramponları giymek zorunda kaldık. İşte o an önceden aldığım botların yuvarlak uçlara sabip olması gerekirken arazi kayağı botları için olan köşeli uçlara sahip olduğunu farkettiğim andı! Kramponları bağlayabildiğim en iyi şekilde bağladım ve yüze açılan duvardaki kapıdan geçtiğimizde çok sevindim. Sarp eğimli yüzeyi geçerken, yolun üçte birinde hafif karanlığa kaldık. Burası, zirveye giden bıçak ağzına benzer sırttaki baraka istikametinde bir traverse açılıyordu. Bu baraka aynı zamanda ertesi sabah zirveye hareket etmeden evvel geceyi geçireceğimiz durağımızdı.

Aslında güpegündüz karanlığa kaldığımız ana kadar her şey iyi gidiyordu. Bu bizim bir avuç yüksekten fırlayan vınlama sesi duymamızdan çok önce değildi. Buzla kaplı mezarları güneşte eridiğinden taşlar serbestçe düşmeye başlamışlardı. Her vınlama sesini duyduğunuzda, kafalar taşın karşılanıp karşılanamayacağını görmek için yukarı kalkıyordu. Böylece eğer onun altında duran şanssız kişiyseniz yoldan çekilmek için biraz şansınız vardı. Bununla birlikte bu, yüzünüzü ateş hattına koyuyordu. Bu yüzden çoğumuz tırmanış kasklarımızın onun işaretini bulan taşları savuşturacağını umarak sadece kafamızı öne eğdik. Bu da kendi içinde boşuna bir umuttu.

Bir noktada daha henüz vızıldamadan çok daha önce, düşmekte olan bir taşı sezinledim, kafamı birkaç parmak mesafeyle ıskalayıp geçti. Otuz küsur yıl önce Kuzey Yüzü’nde solo denememe başladığım anı hatırlayınca ürperdim ve bugünün modern tırmanıcılarının hepsinin kask kullanmasına sevindim. Yine de bu, gelen taş direkt vuruş yapsaydı kaskımın beni kurtaracağı anlamına gelmiyordu. Orada dururken Silahlı Kuvvetler’den eski tırmanış partnerimi, Sam’i düşündüm. El Naranjo’nun Güney Yüzü’ndeki Picos De Europa’ta yeni bir rotanın ilk çıkışını yaparken yukardan kopan bir taş kaskına çarpıp onu delmiş ve Sam’in beynine saplanarak onu öldürmüştü. Bu düşünceyle bir kez daha irkildim. Eğimli yüzeyden mümkün olduğunca hızlı geçebilmek istiyordum fakat bitap düşmüş ağır bacaklarımı yukarı çekmek gitgide daha da zor oluyordu.

Doug benim arkamdaydı, aslında son adamdı. Benim eğimli kar yüzeyini geçmek  ve ateş hattından çıkmak için neden bu kadar istekli olduğumu biliyordu. Bu yüzden zaman zaman ipi kuvvetle çekmemi hoş karşıladı. Ateş hattından çıktığımız için ben tam her şey düzelecek diye düşünürken, sağ bacağım bir kar tabakasının içine battı ve küçük bir yarığa doğru anlamsız bir dalışa geçti. Hareket halinde olduğumdan, sol bacağım başka bir adım atmayı denerken sağ bacağım olduğu yerde kaldı. Bu süreçte, hareketle birlikte ileri giderken sağ dizimi büktüm ve küfrettim sanki acımı alacakmış gibi.

Almadı!

Bir mola için durduk, yukarda sağımızda bıçak ağzı gibi olan sırtta baraka duruyordu. Fakat üstümüzde kulübeye ilk varabilmek için geçiş yapan iki başka tırmanıcı (sonradan Alman vatandaşı oldukları anlaşıldı) vardı. İvedilikleriyle üstümüze taşlar ve küçük çığlar düşürüyorlardı. Çok dikkatli olmaları için bağırdık ama sağır kulaklarına denk geldi. Bu yüzden onlara küfrettik ve direk kulübeye tırmanmadan önce gerekenden fazla sağa kayarak onların ateş hattından çıkmaya çalıştık.
Güneş batmak üzereydi ve ısı hızla düşüyordu. Guruptaki diğerleri normal rotadan gitmişlerdi ve iyi ilerliyorlardı. Yani bizim kulübeye en son gideceğimiz belliydi. Gece için nerede uyuyacağımızla ilgili hiçbir seçeneğimiz olmayacaktı çünkü en iyi banklar ister istemez çoktan kapılmış olacaktı.

Dik kaya bloğunun üstüne vardığımızda biraz dinlendik. Çünkü yandaki dikey kayayı hiç iyi emniyet noktası olmadan çıkmak sadece fiziksel olarak değil bir o kadar da duygusal olarak zorladığından enerjiye ihtiyacımız vardı. İçimizden birinin bir kayışı hepimizin anında aşağıdaki buzula inmemizi garantilerdi!

Ben ağır sırt çantamın üzerine dayanarak, yanımda bir gecelik bir tırmanış için çok fazla şey getirdiğime pişman olarak dinlendim. Gölgeleri uzaklardaki tepelerin ve dağların üzerine vurarak batan güneş ışınlarını seyrettim. Uzakta panzehir taşı ve elmaslarla kaplı dağ sıraları ve tepeler o gün için son kez ışıldarken göründüler. Güneş ışınları yavaş yavaş batarken diğerleri ilk başta mor, al ve kırmızı renklere bürünmüşlerdi. Sonra adım adım biraraya geldiler. Güneş yerini gecenin içinde Ay’la dolu bir gökyüzüne bıraktı. Gökyüzü bulutlu bir havanın son izlerini geride bırakırken, şimdi milyonlarca parıldayan, ahenkli bir devirle danseden ışıklarla donatılmış, sanki aydınlatılmış gibi olmuştu. Öndekiler yukarıya doğru hareket etmeye başladıklarından ipteki kuvvetli bir çekiş beni hızlıca ve aniden algılarıma geri getirdi. Nitekim ben de arkadan isteksizce takip ettim.

Barakaya geldiğimizde bütün yataklar alınmıştı ama ben ağaç barakanın yarısının boş olduğunu farketmekte gecikmedim. Ya da yarısının dolu olduğunu(!) -hayata bakış açınıza göre değişir. Hiçkimse henüz çantasını koymamıştı, bu yüzden orası benim sırt çantamı attığım yer oldu. Ben metal kapının önünde boydan boya gerilebilmek uğruna kendime yeterince yer açmak için bazı kütükleri taşırken, Doug barakada küçük bir köşeye sıkışmak için ayarlamalar yaptı, yemek ve çay aldı.

Asla elektriksel fırtınayla alakalı birşey düşünmemiştim ki çok geçmeden düşünmem gerkecekti.

Sabahın erken saatlerinde elektrik fırtınası koptuğunda metal zeminde tatsız bir müzik çınlamaya başlamıştı. Burası, yıldırım güvenli bir şekilde içine yerleştiğim metal barakaya vurursa yaralanacağıma dair korkumun hafiflemesine çok az yardımcı oldu. Uykusuz gece boyunca odunlukta beliren bir misafirim vardı. İçeriye kapıdan girmedi ve ben oraya ulaştığımda da orada değildi. Çünkü odunluk zaten küçüktü, yarısı tavana kadar tamamen odun yığılıydı ve ben tek mevcut taban alanını kullanıyordum.

Onunla, onaylanmış kaya tırmanışlarında toz kullanmanın ahlakıyla ilgili ve eskiden çok renkli göz kamaştıran likra taytlar giydikleri zamanlarda birçok tırmanıcının sahip olduğu moda algısının yoksunluğuyla alakalı uzun bir tartışmada bulunduk. Benim altına imza atmayacağım iki şey. Bir an ben ego sahibi veya başkalarının başarılarını alaşağı etmek için doymak bilmez bir arzuya sahip olan tırmanıcılara tahammülüm olmadığını belirttim. Misafirim onayladı ve kendisinin de kendi zamanında, dağcılık tarihinde bir yer edinebilmek için diğer tırmanış arkadaşlarının başarılarına çamur atanlara hiç tahammül edemediğini söyledi.Neyi kastettiğini sordum sadece şöyle cevap verdi: “zamanı geldiğinde bileceksin!” Tıpkı ilk kez ortaya çıktığı kadar çabucak ve aniden kayboldu. Her ne kadar biraz kandırıldığımı hissetsem de kendime güldüğümü ve yüksek irtifanın algılarınızla nasıl oyun oynadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü yaklaşık olarak sadece 12000 fit yükseklikteydik ve ben bu yolculuktan önce birçok kez çok daha yüksekte bulunmuştum.

Ertesi sabah erkenden kalktık, böylece bıçak ağzı gibi sırtı geçmek için erken bir başlangıç yapabilecektik. Çünkü Alman tırmanıcılar kötü havanın geldiğini düşündüklerini söylemişlerdi, eğer gelirse ona dağda yakalanmak gibi bir isteğimiz yoktu.
Gurup kombinasyonları değiştirildi, çünkü bazıları diğerlerinden daha hızlı gidiyordu. En hızlıların en önden gitmesi kararlaştırıldı. Çünkü zirveye doğru olan yolumuzun üstünde görüşmek zorunda olduğumuz bir sürü kaya durağında tıkanma yaşamak istemiyorduk.

Partnerim Doug hızlı giden guruplardan birine gitti. Ben de yola çıkmadan önce botlarımı, köşelerini çakısıyla keserek tamir eden ekspedisyon liderinin de olduğu beşlik son ipteydim. Çünkü kramponlarım devamlı çıkıyordu. “Orada, bu işe yarayacak” diye güvence verdi. Ama ben daha 48 saatlik bile olmayan güzelim botlarıma yapılan vahşi kesikler sırasında hala suskundum! Kramponlarımı taktım ve bu işi başaracaklarmış gibi göründüler. Bu, olay üstünde sahip olduğum endişeyi azalttı.

Hava kararsızdı ve karanlık bulutlar birkaç mil uzaklıkta, bazı uzak dağ sıraları üzerinde dolaşıp duruyorlardı. Bazen hiç yoktan kesik kesik bir fırtına belirip, sizi habersiz yakalayıp aşağıya üşüten sırta göndermesine rağmen rüzgar çok kötü değildi. Ön ekipler belli bir mesafe uzaktayken bıçak ağzı gibi sırtı geçmek sırası bize geldiğinde, hislerimle ve düşüncelerimle kendi içime çekilmeme izin verdim. Yavaş hareket ediyorduk. Öyle ki her dört beş adımda bir, önümdeki tırmanıcıyı takip edebilmek için durup önce onun hareket etmesini beklemek zorundaydım.
Dar tabakayı geçmek heyecanlıydı. Sağda aşağıya kuzey duvarına doğru dik bir düşüş vardı. Oradan yolun aşağısında, yanından geçen bir demiryoluyla birlikte Grindelwald ve Kleine Scheidegg köylerinin ikisini de görebilirdiniz. O an De javu kuvvetliydi ve zamanda o an orada olmamın anlamlı olduğu ve hayatımın ‘iz’ üstünde olduğu düşüncesiyle tatlı tatlı gülümsedim. İçinde bulunduğum durumun atmosferiyle öylesine işgal edilmiştim ki sol kramponumun ön demirinin botumdan çıktığını farketmedim. Ama bu, bir başka adım atmaya çalıştığımda hemen dikkatimi çekti. Öne doğru sendelediğimde kafamın içinden geçen düşüncelerin en hızlıları şunlar oldu: Eğer ben bir tarafa düşersem, başka birisi de tıpkı ‘kitaplarda’ anlatıldığı gibi kuvveti dengelemek için diğer tarafa atlar mı?

Yoksa hepimiz birbirimizle yol boyunca aşağıya kadar arkadaşlık mı ederiz?!

Böyle birşey gerçekleştiğinde sadece öne doğru tökezledim ve kendimi sırtta tutmayı başarabildim. Kramponuma hızlı tamirler yapıyor ve yine ilerliyorduk. Yukarıda ileride ilk iptekiler nerdeyse ilk kaya tepesinin üstündeydiler ve ikinci iptekiler o doğrultuda yarı yoldaydılar. Üçüncü iptekiler bekliyorlardı. Biz oraya vardığımızda onların da kaya tepesinin üstünde olup onu tırmanmamız için bize bırakmış olmalarını diledik. Daha yüzlerce alan vardı. Sağ kramponum soldakinin yaptığını yapması gereken zamanın geldiğini düşündü ve o da botumun önünden çıktı. Onu başka bir adım daha atmadan önce farkettim. Böylece ben biraz daha ayarlama yaparken diğerlerinden beklemelerini rica ettim. Düzelttikten sonra tekrar yola çıktık. Sol kramponum da aynı şekilde çıktı!

Bugün düpedüz iyi bir gün değildi.

Hava şimdi daha da soğumuştu. Rüzgâr daha erkenden gördüğümüz ve hızlıca tehditkâr bir şekilde yaklaşan kara bulutları kendisiyle birlikte getirmeyi artırmıştı.
Kramponlara, botlara ve Heath Robinson4 tamirlerine küfrederek bir kez daha yürüyüş buz kazmalarımdan birisiyle vurarak onları botumun ucuna doğru ittim. Gerçekten yardım etmedi aksine sistemim üzerinde boşuna çalıştığım hissine kapılmamı sağladı.

Bir an bu lanet, iğrenç kramponların gerçekten bana belki de sadece haksızca elde edilmiş kazançlarla ilgili birşeyler söylemeye çalışıp çalışmadıklarını merak ettim!
Bir ara krampon kayışları sabit kaldı ve bu arada birinci tepeye vardık, biraz sakinleştim. Ama hava daha da kötüleşmeye başlamıştı ve Eiger’in tepesi fırtınanın içinde bir hiçlikti; adeta olmayan ülke gibiydi. Üçüncü gurup ilk tepenin üstünde yavaş yavaş ilerliyordu, etrafta on dakika bekledikten sonra şimdi daha da kuvvetle gelen keskin soğuk rüzgârı hissetmeye başlıyorduk.

Sıcaklık birdenbire dibe vurdu. Rüzgâr bir süre azaldı ve ayyuka çıkan sessizlik insanın cesaretini kırıyordu. Sessizlik, şüphesiz gelecek olan şiddetli fırtınanın belirtisiydi! O gün zirveye ulaşma isteğim, güneş kara tehditkâr bulutlarca sarılırken, güneşten yayılan sıcaklık gibi hızlıca buharlaşıyordu.
Hızlı bir tartışmadan sonra geri dönmeye karar verdik. Çünkü hala son zirveye varmak bir veya iki saatimizi alacaktı. Yıldırım düşerse, özellikle de elektrikli bir tanesi(!), kaya tepelerinin herhangi birinin üstünde yakalanmak için hiç risk almak istemedik. Diğer guruplar zirveye doğru olan yollarında iyi gidiyorlardı ve gerektiğinde batı yüzlerinden birinde bivak yapmak için aşağı inebilirlerdi.

Sırtta geriye çekilmek de en az yukarı doğru ilerlemek kadar heyecanlıydı. Şiddetli korunaksızlık hem heyecanlandırıcı hem de zevkliydi. Özellikle de bu hisler ve sezgiler bedenimin her tarafında dalgalanan adrenalin akışıyla karıştığında. Gerisin geri yüze doğru, rüzgâr tünelinin içine alel acele kazasız belasız döndük. Kramponlarım bile çıkmadılar. Şimdi tünelin içindeyken, rüzgâr öyle bir kuvvetle çarpıyordu ki tünelin içinde bile buzlu zeminde ileri, yukarı hareket etmek çok zordu. Ama buna rağmen tünelin içinde de güvenli bir şekilde ilerledik ve bir durakta aşağıya giden bir sonraki treni bekledik. Titriyordum ve kulaklarım fırtınanın getirdiği basınçtan sızlıyordu. Delikli kulak çemberi kullanmak yaşadığım yoğun ağrıyı yatıştırmada çok az işe yaradı. Tam bir saniye boyunca Cumbria’daki evimde iyi bir açık kömür ateşinin karşısında oturuyor olmayı istedim. Yaklaşan trenin gümbürtüsü beni mantığıma geri getirdi ve trenin önünden tünel boyunca aşağı doğru itilen rüzgâr yüzümü süpürüp titrememi daha da fazlalaştırdı.
Trenle aşağı inerken, hala dağda olanlara imrendim. Şimdi zirveyi yapmış, batı yanından geri dönüyor olmalıydılar! Aynı zamanda üzgündüm, çünkü kendim sıcak bir trende sıcak kuru giysiler içinde, sıcak bir içecek ve sıcak bir yemekle oturuyordum.

Yani şimdi dağı intikamla ve öfkeyle vurmaya başlayan fırtınaya cesaretle karşı koymak zorunda olmadan!
Lauterbrunnen’e geri döndüğümüzde fırtına köpürmüştü. Yıldırım dağı tepeden vuruyordu ve gök gürültüsü bir meydan savaşında büyük kaya parçaları fırlatan devleri andırıyordu. Genelde olduğu gibi fırtına sanki avlayacağı birşey varmış gibi Eiger’in etrafında dolaşıyordu. Kamp alanına doğru yollanırken sulusepkenle karışık yağış yüzümüze iğne gibi batıyordu. Kuru sıcak giysilerin içine girmek, sıcak içecek ve yemek düşünceleri aniden uçtular. Çünkü düşüncelerimiz diğerlerine yönelmişti. Dağda biryerlerdeydiler ama tam olarak nerede olduklarına dair hiçbir fikrimiz yoktu.

Takip eden olayları veya bazı insanların aldığı kararları tartışmaya hiç niyetim yok. Bu, olay tarihinde (20 Temmuz 1994) ulusal basın tarafından bir hayli tartışılmıştı ve ben onun hiçbir yerine bir şey eklemek veya çıkarmak istemiyorum. Tüm olay hakkında ben kendi düşüncelerime sahibim ve bu öyle de kalacak, özel düşünceler olarak!

Bir arkadaşınız sevdiği bir şeyi yaparken öldüğünde ruhunuzda ne kalır? Özellikle de muhtemelen önlenebilir bir kazada? Aile sevdiklerinin ölümü için yas tutarken, onların tırmanış arkadaşlarının duygusal dünyasında hangi hisler kalır, onların boşluğunda, kederlerinde ve öfkelerinde onlara kim yardım eder?

Yalnız tırmanmayı seçmemin ana sebeplerinden biri hem kayada hem de dağlarda kendi güvenliğimin kendi sorumluluğumda olduğunun bilincinde olmaktan memnun olmam. Kendi güvenlik ölçütlerim içinde çalışıyorum, dâhil olmaktan mutlu olduğum bir sistem bu. Bunu veya şunu yapmayı ben seçiyorum. Kimse benim için bu kararları vermiyor. 

Eğer sevdiğim dağlarda ölürsem, ki bunu umut ediyorum, kimsenin buna dahil olmasını veya bundan sorumlu tutulmasını istemem!

Doug ve o gün ölen diğerlerinin yaptığı gibi ben de dağlara tırmanmayı seçtim. Kazaların olacağının, hataların yapılacağının, doğru kararlar kadar yanlış kararların da alınacağının ve bazen zarar, ölüm veya hatta başarıya ulaştığında utançtan başka birşeyle sonuçlanmayan hatalı tartışmaların bilincinde olarak.

Bu üzücü ve anlamsız olay için hiçbir açıklamam yok. Doug ilk gün üstünde olduğu ipi bırakıp onu eninde sonunda ölümüne götüren diğer guruba katılmak zorunda mıydı? Benim de bir parçası olduğum son gurubun devam etmek yerine geri çekilmeye karar vermesinin sebebi neydi? Üstelik zirveye ulaşmak benim için ateşli bir tutkuyken!

Eğer ben karar verme yetkisine sahip olsaydım devam etmeyi mi yoksa dönmeyi mi seçecektim!

Ve alçalan üç ipten sadece bir dörtlünün kaymasının ve bunun gurubun üç elemanının ölümüyle ve dördüncünün de ciddi şekilde yaralanmasıyla sonlanmasının nedeni neydi?

Ben bunun herhangi bir kısmını mantıksallaştırmaya çalışmak için hiçbir nokta olduğuna inanmıyorum, olan oldu. Olması gerektiği gibi veya değil! Yani kaza kaçınılamaz olmuş olabilir, asla bilemeyiz. Bize kalan sadece spekülasyon yapmak, varsayımlarda bulunmak, yorumlar yapmak ve nihai sonucun gerçekleşmeyeceğini bilmenin kimseyi daha iyi yapmadığı geriye dönük kararlar vermek.

Ekspedisyonu kısa kesip eve dönmek için bir karar alındı. Tüm olaydan sadece etkilenmekle kalmadım, aynı zamanda kafam karıştı. Her şeyin kazadan sonra nasıl ilerlediğinin ortasında kayboldum. Birileriyle duygularım hakkında konuşmak istedim, sezgilerim hakkında, tüm bu olan bitenlerle, neler hissettiğimle alakalı… Ama herkes açıklamalar yapmakla, ekipmanı biraraya getirmekle meşguldü. Bu yüzden ne yapmam veya ne söylemem gerektiğini bilmeden amaçsızca etrafta dolaştım. Sandy’yi basında ve medyada anlatılan adı kötüye çıkmış Eiger’e tırmanırken hayatlarını kaybedenlerden biri olmadığımı bildirmek için aradım. Yakın bir arkadaşımızın, Mike’ın uçakla gidip Land Rover’ımı geri getirmesine karar verdik. Ben iyi durumda değildim. Çünkü kafam yoğunlaşmak için fazla allak bullak olmuş ve sersemlemişti.

Eve yapılan uzun yolculuk boyunca, düşünmek için, bütün olayı Mike’la tartışmak için zamanım oldu. Her zaman yaptığı gibi sabırla ve şefkatle dinleyen, meseleyi olaya “yabancı” biri olarak farklı bir bakış açısıyla ele alışını sunan Mike ile.

Doug’ın cenaze törenine katıldığımda, onun hayatta olduğu son birkaç günü hakkında her şeyi bilmek isteyen anne babasıyla ve kardeşleriyle konuşmak için zaman harcamak zorunda kaldım. Böylelikle bütün olay eve tekrar getirilmişti. Cenaze töreninden öyle etkilenmiştim ki diğer iki kaybın Willy’nin veya Paul’ünkine gitmeyi reddettim. Ölüm benim için çok tanıdık olmaya başlıyordu ve ben bu durumdan sıkılmaya başlıyordum.

Şimdi, yıllar sonra, hepimizin dünyanın dağ sıralarının ortasında yapmayı sevdiğimiz şeyi yaparken ölümleriyle tanışan önceki arkadaşlarımı hala sevgiyle düşünüyorum. Dave’in şapşal gülüşü, Geordie’nin yarım litreliği ellerini kullanmadan içme ustalığı, Milky Bar Çocuğu’nun5 kriz anındaki espri anlayışını. Sandy ve beni biraraya getirmekte yardımcı olan Shep, son zamanlarda yakın arkadaşım ve tırmanış arkadaşım. İskoçya’daki Ben Nevis üstündeki Tower Sırtı’nın kış çıkışını yaparken bir düşüşte ölen Rup ve tabiki Doug ve neler olmuş olabileceği.

Bir sebeple Doug’ın ölümü benim dış dünya ile ilişkimdeki son etkiyi bıraktı. Belki sadece ‘oraya Tanrının rahmeti için gidiyorum’ sendromunun bir türü olabilir, belki de onun içinde var olan, onun yaşlarındayken benim de sahip olduğum canlılığı, motivasyonu, isteği ve pratik zekayı görmemdi. Birlikte çalışarak olumlu ve yararlı bir ortaklığa sahip olabilirdik, olacaktık! Her neyse, son sözleri Charles Donald Robertson’a bırakıyorum, bir zamanların şairi yazmış;

“Bir dağcının kaderi şudur ve olmalıdır da,
amaçlarımız doğrultusunda  haklı takibimiz içinde 
kaybedilen bir hayat, telef edilmiş bir hayat değil, aksine 
fazlasıyla büyük bir ödüle koyulmuş bir bahiste kaybetmek,
ruhun, onu değerli bir kurban yapan yamaçlara sunulması”.
Birileri onların kaybının buna değip değmeyeceğini sorabilir. Eminim ki eğer hala bizimle burada olsalardı, hala dünya etrafında tırmanıyor ve dağcılık yapıyor olacaklardı. Eğer ölümün değeri çok yüksekse, o zaman hayatın kişiliği ve iç ruhumuzu tatmin eden kişisel kazancı aramanın değeri ne! 
“Dağlar huzur da getirecektir;
ve küçük tepeler insanlığa erdem”.
İlahi LXXII