Belgeselerde izleyip doğasına hayran kaldığım ve ziyaret etmek istediğim yegane Avrupa ülkesi İsviçre’ydi. Bu Haziran başında gerçekleştirebildiğim bu hayal, yeşili, çikolatası, peyniri ve tırmanış imkanlarıyla beni haksız çıkarmadı.
Zorbey Aktuyun ve Evren Kirazlı, Mayıs sonuna doğru çoktan İsviçre’ye ayak basmışlardı. Ne de olsa Olivier Nicolet ve Dbloc ekibinin evsahipliği yaptığı boulder yarışması 2 Haziran’daydı[1]. Biz de İzmir’den Özgür Doğan ile kıvranmaya başladık; hem yarışmaya yetişmek hem de barbekü partisini kaçırmamak için. Amaç önce işyerinden izin alabilmek, sonrasında da ucuz uçak bileti. Şansına ikimizde de vize vardı ve benim izin tarihini kesinleştirmemle beraber yarışmaya katılabilmemiz garantilendi.
1 Haziran’da Özgür İzmir’den Basel’e uçarken, ben ise İstanbul’dan Zürih’e doğru yola çıktım. Uçak biletlerini alırken havaalanından gelişmiş demiryolunu kullanarak Dbloc’un bulunduğu kasaba Bulle’e yakın Bern’de buluşmayı planlamıştık. Zeytin (Olivier’in lakabı) trenler pahalı diye beni uyarmıştı, ancak internetten (http://www.sbb.ch/en/home.html) bakıp “Yok canım, çok kötü değil fiyatlar” diye artistlik yapmaktan geri kalmamıştım. Tabii acı gerçekle biletleri online satın almaya çalışırken karşılaştık, meğer görünen ilk meblağ sadece %50 indirim kart sahiplerine özelmiş. Özgür’le ucuz uçak bileti sevincimiz o an sönümlendi, neredeyse bir o kadar tren bileti parası ödeyeceğimizi kabullenmemiz iki günümüzü aldı. Araba kiralamayı da düşündük ama kısa bir araştırma hemen vazgeçmemize sebep oldu, İsviçre gerçekten de pahalı bir yer.
THY’nin grevine denk gelen uçuşumun hiç gerçekleşememesinden korkarken hepi topu 40 dakika gecikmeyle Zürih’e varabildim. Akşamın 11’i olduğu için ışık hızıyla tren istasyonuna koşturdum, 10 dakika böyle büyük bir havaalanından çıkıp otomattan bilet almak için çok iyi bir zamanlama. Ve bingo! Son dakikada Bern trenini yakalıyorum, tek aktarmayla, sözleştiğimiz saatte istasyondayım. Plana göre Zeytin ve Dbloc takımından Baptiste bizi karşılamaya gelecekti, bir bakıyorum ki Baptiste ile beni bekleyenler Zorbey, Evren ve benden yarım saat önce gelen Özgür. Gençler hem başkentin birasının tadına bakmış hem de arabayı park ettikleri yer sayesinde güzel bir trafik cezası yemişler. Hemen doluşup Bulle’e doğru yola çıkıyoruz. Zorbey Özgür’le bana sıkı bir İsviçre’leştirme kürü uyguluyor. Kucağındaki poşetten çıkanlar leziz bol tahıllı bir ekmek, bacon, Le Gruyere peyniri ve yüksek doz İsviçre çikolatası. Oraların adetiymiş yolcuları böyle karşılamak, pek bir memnun kalıyoruz. Gece 2 olduğunda ancak yatabildik Bulle’de misafir olduğumuz evde, yarışma ise sabah 10’da …
Özgür ile ben çamaşır makinasından buruş buruş çıkan tişörtler gibiyiz sabah, havasına suyuna alışmamız için 2 gün gerekiyormuş meğer. Ama motivasyon yüksek, 11’e doğru Dbloc’tayız (zaten eve 20 adım). Hemen kaydolup listeye adımızı ekliyoruz. Bileklerde Özgür’ün tüm yarışmacılar için getirdiği nazar boncukları, hazırız. Yarışmanın elemesi 48 rota üzerinden yapılıyor, sabah 10’dan akşam 5’e kadar vakit var. Ne kadar çok rota çıkarsanız, özellikle zor derecelerden, 6 yarışmacının kalacağı finalde olma şansınız o kadar artıyor. Özgür, Evren, Zorbey ve bendeniz en kolay rotalardan başladık tırmanmaya, vücudun açılması zaman alacak zannediyorum. Yavaş yavaş kalabalıklaşıyor salon, İsviçre’li sağlam tırmanıcılar geliyor teker teker. Emin olamasam da yaklaşık 40 erkek tırmanıcı ve 20 bayan tırmanıcı var. Çocuklar ise sayılamayacak kadar hareketli ve çılgın tırmanıyor.
Bir iki saat sonra pilim bitmeye başlıyor, açılacağıma daha da kapanmaya başlıyorum. Yol yorgunluğu, havaya ve yüksekliğe adapte olamama etkisini göstermeye başlıyor. Türk ekibi, salona dağılmış durumda, ara ara görüyorum, kimi tabloda çıktığı rotaları işaretliyor; kimisi ise barbekü olayına girmiş bile. Ama devam, şimdi karnı şişirmenin alemi yok. İsviçre milli takımındaki kızları gözüme kestiriyorum. Onları izlerken gaza gelip bir iki rota daha ekliyorum listeme. En son 9-10 yaşlarındaki kızların peşine takılıyorum dinamik bir rotada. Rota yerden başlıyor ve 2 büyük ayak basamağını adımlayarak atlanan koca bir cebe gidiyor. Minderlerde yuvarlanıyorum miniklerle beraber ama nafile. Bu rota olmayacak, eller ayaklar perişan. Artık finale kalamasam da dert değil, can çekişiyorum çünkü. Zorbey karşıda beni kızlarla beraber dinamik denerken izleyip pek bir eğleniyor, o çoktan bırakmış tırmanışı dinleniyor. Özgür ile Evren de dışarda keyif yapmaya başlamışlar, hemen açık büfe yemeklere yöneliyorum. Valeri (Nicolet) ve arkadaşları döktürmüş, tuzlusu tatlısı, Evren’in dizdiği çöp şişi derken göbeği şişiriyorum. Ayaküstü yarışma değerlendirmesi yapıyoruz, Türk’e ver crimp’i yürüsün fikrinde mutabıkız. Sloplar ve açık tutuşlar bizi sarsıyor. Gözlemlediğim kadarıyla biz ne kadar yatkınsak crimp tutmaya yabancılar bir o kadar alışkın açık tutuşlara. Bir de bu kadar çok tırmanmaya alışkın değilim kesinlikle, sonlara doğru ceplerde ellerimin kayarak açılması bunun en güzel ispatı.
Elemeden fotoğraflar:
Yemek faslından sonra finalistler açıklanıyor ve 6. olarak başarmışım finale kalmayı, erkeklerden de Zorbey finalde. Mikrofon Petzl İsviçre takımından Arthur Veenhuys’un elinde, anonslara başlıyor, DJ’imiz ise Evren. Fransızcayı takip edemediğimizden pek ısınamadan finalin ilk rotasında buluyorum kendimi, zaten 2 rota var toplamda. Bir erkek bir bayan aynı anda tırmanıyor. Gene koca ayaklı bir denge rotası, ben tam yan yan nasıl yürüyeceğimi anlayıp gelişme kaydetmişken sürem bitiyor. Hop arkaya, erkekleri de izleyemiyorum. Zorbey sağlam denemesiyle baya bir alkış tezahurat alıyor, tam rota bitti derken milletin “Aaahhh!” demesiyle düştüğünü anlıyorum. Evren ile beraber geçen yıl da burada oldukları için neredeyse herkes tanıyor onları, popülarite yüksek. İlk rotadan sonra tekrar sıra bana geliyor, bu sefer daha olası bir rota. Ama bende hem kafa yok hem de enerji. Negatif balkonun altında topuk takıp uzanmam gerekirken ayak boşta ha bire mindere yazılıyorum. Bu deneme de sonlanıyor, yerimi alıp milleti izlemeye devam. Sıralamada lider sistemi kullanıyorlar, ne kadar ilerlersen o kadar çok puan alıyorsun. Sonuçlar açıklanıyor 5. olmuşum, bayanlardaki favorim Manuela Sigrist de denge rotası yüzüne gülmeyince 4. olmuş. Zorbey ise Thibaut Mauron ve Anaël Brülhart ardından az bir farkla 3üncülüğe yerleşiyor. Ödül töreninin ardından yemek, bira ve rakı keyfine devam ediyoruz bitkin bir halde.
Ertesi gün güneşli havadan eser kalmıyor, yağmur bastırmış. Tam bir Pazar günü planıyla yakındaki çikolata fabrikasına gidiyoruz. Sonunda İsviçre’nin ünlü yeşilini görebildiğim için mutluyum. Pencereye yapışmış, Windows ekranı gibi tepelere, aralara itinayla serpiştirilmiş işçilik şahaseri ahşap evlere ve kafasında büyük çan taşıyan ineklere hayran hayran bakıyorum. Kısa bir yolculuktan sonra Gruyere bölgesinde, ismini kurucusu Francois Louis Cailler’den alan Cailler Maison fabrikasındayız. Tur için bilet alıp 1 saat kadar bekliyoruz, Zorbey’le ben sinemada çikolata belgeselini izlerken Evren, Özgür, Zeytin ve Val, Zoltan kafede kavhe keyfindeler. Check-in için ekranlardan turunuzun saatini kontrol etmeniz lazım hep, bize sıra geldiğinde Hintli aileyle birlikte keyif yolculuğuna başlıyoruz. Ben yanımıza rehber verecekler sanırken içeri soktukları odada sisler, ışıklar eşliğinde gaipten bir ses eşlik ediyor bize. Kakaonun Güney Amerika’dan başlayan yolculuğu oda oda maketlerle, efektlerle, burundan eksik olmayan çikolata kokusuyla pek bir lezzetli anlatılmış. Turun sonuna doğru üretime yaklaşıyorsunuz ve kullanılan her maddeyi tatmak serbest. Açlıkla kakao çekirdeklerini, badem ve fıstıkları avuçluyoruz çuvallardan. Tadım odasından önce üretim makinasından çıkan çikolataları az biraz atıyoruz hem mideye hem ceplere … Ve beklenen son. Sıra sıra tepsilerde çeşit çeşit çikolatalar. Yedikçe yiyoruz, bu kadar süre içerisinde ne kadar yediğimize kendimiz şaşarken odadan en son çıkan Zorbey’le benim. Duvardan duvara sürünerek gidiyoruz milletin yanına, mide komada. Bana gene aşırı yemenin verdiği gülme krizi gelmiş, gözlerden yaşlar akıyor çikolata diyarını terk ederken.
Bir sonraki durak ünlü Le Gruyere peynir fabrikası ama kimsede hal kalmamış, girişindeki maketle eşli fotoğraf çektirip şöyle bir raflardaki teker teker peynirlere göz gezdirdikten sonra kaleye yöneliyoruz. Zeytin kaledeki H.R. Giger müzesinden bahsedince baya bir hevesleniyoruz. Alien filminin yaratıcısının eserlerini Orta Çağ kalesinde görme fikri Zeytin dahil herkese garip geliyor. Maalesef oraya vardığımızda müze kapanıyor, ne de olsa çalışanların insan muamelesi gördüğü bir memleket. Bir süre kapıdaki heykellere bakıp hemen yanındaki barda hevesimizi gideriyoruz. Tamamen Giger tasarımı mobilyalarla döşenmiş bir bar. Tavanı devasa bir omurga yığını, koltukları yaratık iskeleti, duvarları bebek kafalarıyla dolu çılgın bir bar. Kahvemizi içip gotik ortamın keyfini çıkarıyoruz. Akşam yemeğini bu masal diyarı kale duvarlarının içindeki turistik restoranların birinde eritme peynirle tamamlıyoruz.
Pazartesi günü hava gene yağışlı, Zeytin’in kurulum işlerini yaptığı Charmey’deki macera parkına gidiyoruz, Charmey Adventures. Park kapalı ama sağlam bağlantımız sayesinde parkta günümüzü gün ediyoruz. İlk denediğimiz Power Fan, sırtınıza bağlanan bir tel emniyetinde 12mt’lik bir ağaca tırmanıp platformdan aşağı atlıyorsunuz. Telin bağlı olduğu fan siz hızlandıkça çalışmaya başlıyor ve teli geri sararak sizi yavaşlatıyor, daha fazla bilgi için mühendis bey Özgür’e danışın. Sonrasında yemyeşil vadi boyunca ağaçtan ağaca Heidi nidalarıyla zipline ile kayarak aşağıya inme, “flying fox” gibi bir şey. Üzerine yetişkinler için olan parkurda bir iki ağaç oyunu ve en uzun ve hızlı zipline ile kapanış. Çocukluğumdan beri heves ettiğim şeyleri midemde bol çikolatayla yapmak ayrı bir mutluluk kaynağıydı.
Bu kadar dinlenmenin üzerine Salı günü tırmanışa döndük. Özgür ve Zorbey ile yakındaki La Source sektörüne gittik. Arabayı park ettikten sonra yoğun ormanın içinden tırmanarak sektöre ulaşılıyor. Burası rotaların çoğunu Zeytin’in açtığı ve boltlama derdi olmadan rahatça tırmanabileceğiniz bir yer. Daha önceki İtalya deneyimimden Avrupa’daki bazı rotaların bolt aralarının nasıl olduğunu ürpererek hatırladıktan sonra burada tırmanmaktan çok keyif aldım. Isınma için onsight bir 6b+(VII+) seçtim kendime, rotayı çıkabileceğimi ortalarında anlamıştım ama o kadar çok titreyerek istasyona ulaşmam Zorbey’le Özgür’ü bile şaşırttı. Bünyede Cumartesi gününden kalma gariplikler devam ediyor demek ki. Sonrasında Özgür’ün ısınması olan diğer 6b+(VII+)’yı tırmandım, farklı kaya yapısına güzel bir örnek; mermerimsi kayada ha kaydım kayacam hissiyle tırmanış. Son olarak ilk denemede istasyonundan düştüğüm 6c(VII+/VIII-)’yi temizliyorum ve tırmanış günüm bitiyor. Akşamüzeri sektöre gelen iki İsviçre’li, nispeten lokal bir bölgede üç Türk’le karşılaşmaktan şaşkın, bize Gastlosen’ı görmemizi tavsiye ediyorlar. Özgür ile İsviçre’deki ömrümüz buna yetmiyor ama sonrasında Zorbey ve Evren bu bölgede tırmanma fırsatını yakaladılar. Dönüşte çok geç kalmamıza rağmen genel sanı her zamanki gibi arabayla kaybolduğumuza yönelikti.
Çarşamba yağışlı hava devam ediyor ve bu durumda tek tırmanılabilecek bölge olan Montbovon’a gidiyoruz. Bu sefer ekip daha kalabalık, Adam (Josito’dan hatırlayanlar olabilir) ve Werner (Dbloc takmından) de bize katılıyor. Gene masal diyarı ormanın içinden kaya bandının dibine ulaşıyoruz. Doğası muhteşem, hayran hayran hem ağaçları hem de rotaları seyrediyoruz. O sırada bir ağaçta asılı şişe dikkatimiz çekiyor, içinde sarı bir sıvı. Özgür hemen açıp bakıyor, ateş suyu. Bizim oralarda olsa kalmaz bu böyle diye söyleniyoruz yaşlılar misali. Zorbey hafif negatif bir ısınma rotasına giriyor 6c(VII+/VIII-), inince de bizi uyarıyor Özgür’le, girmeden önce ısının diye. Ben zaten yorgun, başlıyor alarm zilleri çalmaya. Rotada slop görünen tutamakların arkasında “chipping”[2]ile açılan çok güzel büyük krimpler var ama bulması biraz zor tabiki. Isınma işlemlerine tam başlamışken Zeytin ve Evren de geliyor, elleri kolları taze peynir, ekmek ve tatlıyla dolu. Zeytin pek iyi değil, omuz ağrısı için aldığı ilaçlardan doz aşımına uğramış. Kendine gelmesi baya bir zaman alıyor. Bir yandan buranın 20 yıl kadar önce açıldığını ve şu an chipping’e tamamen karşı olduğunu anlatıyor. O zaman Alpler’de değişik bir ekol vardı, anlatması zor diyor. Önden Özgür bir sarsılıyor hem zor hem de kaygan rotada, sonrasında da ben. İte kaka istasyona varıyorum. İnince tekrar denemek için bekliyorum ama indiren yağmurla kaya artık emdiği suları kusmaya başlıyor. Zorbey en son onsight bitirmek üzere olduğu rotadan eli kayıp düşünce daha fazla telef olmamak için günü sonlandırıyoruz.
Ertesi gün gene dinlenme, dini tatil olduğu için her yer kapalı. Özgür ile kasaba turu atıp dondurmaları mideye indirdikten sonra eve döndük. İnsan evde yatmayı da özlüyor bu kadar yoğunluğun içinde. Ben hemen Özgür’ün ipad'inden kaçırdığım Game of Thrones sezon finalini izliyorum. Akşam da projeksiyon cihazıyla güzel bir müzik keyfi yaşadıktan sonra iki seksen yatışa geçtik. Cuma Özgür’ün son günü, yağmurda tırmanış imkanı veren nadir boulder bölgelerinden Lindenthal’e gidecekken kuşların üreme mevsimine denk geldiği için tırmanışın yasaklandığını öğreniyoruz. Baya bir hevesimiz kırılıyor, direksiyonu Fribourg’daki Bloczone (http://www.grimper.ch/de/kletterhalle-bloczone/) salonuna çeviriyoruz. Salon bir sanayi sitesinde, içeri girene kadar hiç renk vermiyor nasıl bir yer olduğuna dair. Hem lider hem boulder yapabileceğiniz büyükçe bir tırmanış salonu. Beni cezbeden en önemli özelliği ise temizliği; soyunma odaları, tuvaletler, duşlar harika. Sırf burası değil Dbloc gibi görece küçük bir salon bile pırıl pırıl bu diyarlarda. Salon incelemem bitince tırmanışa niyet ediyorum, oğlanlar çoktan bloklara girişmiş. Ortadaki bloğun üstünde aynı anda tırmanan 3 Türk’ü görünce pek de kendimi yurtdışında hissetmediğimi anladım. Sanırım insan arada tek başına tırmanış seyahetine çıkmalı, o zaman yaban ellerde yalnızlıkla baş başa kalabilir.
Saatlerce boulderdan bouldera koşturuyoruz, arada Özgür pılısını pırtısını toplayıp havaalanına doğru yola çıkıyor. Biz devam, Özgür’ü gara bırakan Evren elinde soğuk meşrubatla gelince az sonra hararet yapıp arıza çıkaracak olan bedenime derman oluyor. Dbloc yarışmasında birinci olan Thibaut Mauron geliyor yanımıza, Zorbey ile sohbet edip rota tavsiye ettikten sonra işine koyuluyor. Thibaut hem rota yapıcı hem de eğitmen olarak çalışıyor Bloczone’da, eski İsviçre milli takımı sporcusu. 1990 doğumlu olmasına rağmen yarışmaları bırakmış, anladığım kadarıyla refah seviyesi çok yüksek ve doğayla içe içe olan İsviçre’de yapacak çok fazla alternatifi olmasından dolayı. Malum kışın kayak, her daim alpinizm ata sporu sayılabilir İsviçreliler için. Akşam aç bilaç eve döndüğümüzde Zeytin ve Val Çin fondüyle karşıladı bizi, ortada otlu, soslu kaynar sular ve içine batırıp pişmesini zor beklediğimiz at, dana ve tavuk parçaları. İtiraf etmeliyim üçü arasında en lezzetlisi at etiydi. Bir gece daha karın tok, keyif sohbeti yaparken tabii ki ertesi günün planına geldi mevzu. Cumartesi günü tatil olduğu için boulder’a gidebilecek birisini Werner’in yardımıyla bulduk, Dbloc yarışmasında da karşılaştığımız Joel. Hemen buluşmamız için bize bir nokta belirlediler; Montrö yakınlarındaki Vevey’de kavşakta arabayla bekleyecekti bizi Joel. Hem telefon numarasını, hem de Zeytin’den yolun detaylı bir anlatımını aldık.
Ertesi sabah gene yorgun argın bir uyanış, boulder’a gideceğimizi bilsek salonda bu kadar paralamazdık kendimizi diye söyleniyoruz Zorbey’le. Yol konusunda hafif bir endişe var ikimizde de, arabaya oturup tarife uygun gittiğimizi sanırken başlıyor klasik kabusumuz. Tarif ve yoldaki tabelalar uymuyor, dört beş kere geç kalmanın stresiyle aynı göbekten döndükten sonra Vevey yönünde otobana çıkmayı başarıyoruz. Güneye Montrö’ye doğru indikçe seyir güzelleşiyor. İsviçre’nin güneyi daha dağlık, manzara TRT2’de Bob Ross’un bir iki fırça darbesiyle yarattığı tablolar gibi. Benim için esas şok Leman gölünü görünce başlıyor, ucu bucağı görünmeyen denizvari bir göl. Kıyısından yola devam ederken Kurtuluş Savaşı, Lozan, Montrö ve boğazlar geçiyor aklımızdan. Bir de ülkenin bugünkü hali. Oradan müziğe geçiyor mevzu, Zorbey Deep Purple klasiği Smoke on the Water’ın hikayesinin bu gölden geldiğini söylüyor. Pencereden izlerken gözümde canlandırmaya çalışıyorum göl üzerindeki dumanı, ama algıma güneşli havada gezinen yelkenliler takılıyor. Yarım saat gecikmeyle Vevey’deyiz, sonunda Joel’le buluşuyoruz. Güneye Martigny yönünde yarım saat kadar devam edip Joel’in arkadaşlarının takıldığı tek bir bloğa kısa bir ziyaretten sonra Vernayez boulder sektöründeyiz. Zorbey geçen seneden hakim ortama, internetten çıktısını aldığı rehberi de hazır. Isınmayı 6a’larda yaptıktan sonra gözüme 6b+ bir travers kestiriyorum. Daha girişinden slope problemiyle karşılaşınca pek ilerleme kaydedemiyorum boulderda. Hemen altından giden hat ise Zorbey’in az evvel tırmandığı "Method Man Extended" 7b+. Hafif krimp tutamakları bulunca daha yapılası geliyor bu boulder ama bu üstünden düşmeme mani olmuyor. Artık kollarda derman, ayaklarda his yok. Kayası Val di Mello’daki granite benziyor, güneşte performans imkansız. Zorbey gözüne kestirdiği rotaların gölgeye düşmesini beklerken bölgenin klasiklerinden köşe bir 7a+ (Caran d’ache) gönderiyor. Akşama doğru blokların serinlemesiyle güzel bir 7b+ "What Should Never Be"’yi de az bir denemeyle tamamlıyor. Ben de yanında derecesi belirtilmemiş bir yüzey boulderını tırmanıyorum.
Artık herkes gitmiş, biz de geç kalmamak için güya acele ediyoruz. Gene iyi bir performansla akşama kalmadan, orada hava 10’da kararıyor tabi, arabaya ulaşıyoruz. Dönüşte direksiyona ben geçiyorum ama bu kaybolmamıza mani değil. İlk kavşaktan otobanda ters yöne giriyoruz, benzin de almamız lazım. Şansına yakında bir istasyona giriyoruz, pompayı nasıl çalıştıracağız diye kısa bir panik ve sonunda başarı. Güle oynaya ödeme yapmak için markete giriyoruz ama genelde kimse İngilizce bilmediği için pompa numarasını anlatmak dert. Şansıma bir gece öncesinde Nicolet kardeşler Nelo(4) ve Zoltan(2) ile Fransızca 10’a kadar saymaya çalışmıştım. “Dix” diyorum Zorbey inanmıyor, ama kasiyer benimle aynı dilden konuşuyor. Tekrar doğru yola girip, evin yolunu tutuyoruz. Seyahatin her karesinde bir şey öğreniyorum, St. Bernard köpeklerinin ismini aldığı geçit de bu güzergah üzerinde. Kooca bir köpek resmiyle karşılaşınca anlıyorum St. Bernard tabelası ne demekmiş.
Sonunda dokuz günlük, bir yarışma, iki tırmanış salonu, iki lider sektör ve bir boulder bölgesiyle dolu dolu geçen faaliyetim Pazar günü son buldu. Aklımda kalan nice tırmanış bölgesinin keyfini Evren ve Zorbey’e bırakarak İsviçre’den ayrılıyorum. Türkler için ekonomik açıdan gerçekten gidip tırmanması en zor yerlerden biri sanırım, bizi misafir eden Nicolet ailesine sonsuz teşekkürler.
Ayça Algün
İletişim: algunayca at gmail nokta com
[1] Zorbey Aktuyun’un Takoz internet geçen yıl yayınlanan Dbloc yazısından detaylı bilgi edinebilirsiniz.
[2] "Chipping" kayada, bir matkap, çekiç veya keski benzeri bir araçla doğal olarak varolmayan bir tutamak açma işlemine verilen ad. Avrupa'da bazı bölgelerde bu işlem kabul görmekle birlikte birçok bölgede lokal etik değerleri "chipping"'i kesinlikle yasaklıyor.